Ahmet Eser'in Sitesi...
  Nedir ve Kimdir ?
 

Alyuvarlar Nedir?

Kanın onda dokuzundan fazlası alyuvarları kapsar .Bunlar öylesine küçüktür ki,büyükçe bir damla kanda 250 milyon dan fazla alyuvar vardır. Alyuvarlar disk biçiminde olup, kenarları dışa doğru kabarıktır. Alyuvarlarda "emoglobin" diye tanımlanan bir öz (cevher) bulunur. Emoglobin, demir bileşiği bir maddedir. Ciğerlerden gelen oksijenle çok iyi birleşir. Alyuvarların görevi oksijeni vücudun bütün kısımlarına taşımak,orada bulunan hücrelere ulaşarak onlara oksijen sağlamaktır.

Emoglobin oksijenle birleşince iyice kırmızılaşır. Bir kesikten akan kanın daima kırmızı olması, havanın oksijeniyle birleşen emoglobin nedeniyledir.Alyuvarlar sadece elli ile yetmiş gün arasında yaşarlar.Devamlı olarak yenilenmeleri,yani yerlerini yenilerinin alması gereklidir. Bir kemiğin iç yapısındaki kırmızımsı dokunun,kırmızı kan hücreleri dolayısıyla olduğunu öğrenmiştik. Bazı kemiklerin iliğinde de kırmızı hücreler oluşur.

Alyuvar eksikliği çeken bir kimsede "anemi" olduğu söylenir. Genellikle halsiz ve incedir. Çünkü vücut hücreleri, yeterince oksijen alamaz. Anemi hastalıkları, hasta kişinin besin maddelerinde "demiri bol" şeylerin arttırılmasıyla tedavi edilirler.

Görüldüğü gibi,alyuvarlar vücut sağlığı bakımından son derece önemli bir unsur niteliğindedirler.

Bakteri Nereden Gelir?

Bakteri, ancak birkaç yüz misli büyülten bir mikroskopla görülebilecek kadar küçük canlı varlıklar (organizmalar) dır. Küçüklükleri nedeniyle "mikroorganizma" diye de tanımlanırlar.Teknik gelişmeler belirli bir düzeye varıp da insanlar bakterileri mikroskop altında görmeden önce, bunların faaliyetlerinin sonuçlarını biliyorlardı.

Sözgelimi şarabın tahammürü (fermantasyonu),sütün ekşimesi, bitkilerin kuruyup ölmesi, ölen hayvanların yürüyüp kokuşması, söz konusu faaliyetler arasındaydı.Ancak dinsel ya da batıl inançlar nedeniyle, insanlar bu oluşumları başka şeylere yormaktaydılar.

Bugün çevremizde havada, suda, yiyeceklerimizde, deride, hatta vücudun içinde bakterilerin var olduğunu biliyoruz. Bakteriler bölünerek çoğalırlar. Aslında canlı olmalarına rağmen, bunlarda dişi veya erkek diye ayrım yoktur. Kendileri için uygun şartları,beslenme olanaklarım buldukları zaman, devamlı olarak çoğalacaklardır.

Tek hücreli bir canlı olan bakteri, hayvandan ziyade bitkisel bir yapıya sahiptir. Dışta kabuğumsu, " membran " adı verilen tabaka bulunur. Söz konusu kabuk "su geçirmez" nitelikte değildir. Bunun içi "protopiazma" denilen maddeyle doludur. Genellikle bir merkez veya çekirdek (nükleus) yoktur.

Bakterinin dış kabuğu son derece önemlidir. Çünkü bakteriyi yok etmek için kullanılacak herhangi bir kimyasal maddenin membran'ı geçebilmesi gerekir.Bakterinin küçük yapısı, bir uçta büsbütün incelerek "Flagella-kuyruk" görünümünü alır.Bazı bakteriler, bu flagella'nın salıntısıyla hareket ederler. Bazılarının hareketiyse, solucanlar gibi kısalıp uzamak suretiyledir.

"Enfeksiyon-bulaşıcı" diye tanımlanan hastalıklara sebep olan bakteriler,bazı bakımlardan da insanlar için çok yararlıdır.

Duman Nedir?

Duman,belirli yakıtların tamamen yanmamasının sonucudur. Yani bildiğimiz yakıtları tam anlamıyla yakabilmeyi başarsaydık, duman diye bir şey olmayacaktı.

Yakıt maddelerinin çoğu,karbon,hidrojen,oksijen,nitrojen, biraz sülfür, belki biraz da maden küllerini ihtiva eder.Bu yakıt maddelerini tamamen yakabilmeyi başarsaydık,sonuç olarak karbondioksit buharı ve serbest nitrojen oluşacaktı ki,bunların tümü de zararsız maddeler sayılabilir.Fakat söz konusu yakıtın tamamen yanmayışı sonucu sülfür kalırsa, az miktarda sülfürdioksid meydana gelecek, bunun hava ve rutubetle teması da "çürütücü,kemirici bir asit"i oluşturacaktı.

Yakma işinin tam olması için, bir yakıta yeteri kadar hava gerekir. Bu yeterli hava, yüksek ısıda tam oksidasyon olmasını sağlar. Söz konusu şartların sağlanabilmesi gerçekten güçtür. Özellikle katı yakıt maddeleri kullanıldığında. Bunun sonucu da varlığı kaçınılmaz olan dumandır.

Antrasit ve kok, sonunda duman vermeksizin yanabilirler. Çünkü bu yakıtlarda çabuk buharlaşan maddeler yoktur. Fakat bitümlü kömürler daha alçak ısılarda dekompoze olduklarından (ayrıştıklarından),gazlar ve katranlı (ziftli) maddeler serbest kalır. Bunlar toz ve külle birleşerek dumanı meydana getirir.

Herhangi bir şehrin havası, boşlukta asılıymışçasına duran küçük,katı zerreciklerle yüklüdür. Toz,bitkisel oluşum ve bozulmalar, başka maddeler, bu küçük, katı zerreciklerin temel kaynağıdır. Bunlar, çekim etkisiyle ağır ağır alçalırlar. Küçük şehirlerin dış mahalleler inde, bir yıl içinde,her birbuçuk kilometre kare yüzeye bu zerreciklerden 75 ile 100 ton depolanmaktadır.

Büyük endüstri şehirlerinde, söz konusu istif bunun 10 katını bulur.

Dumanın zararlı etkisi son derece büyüktür. Sadece sağlığa zarar vermekle kalmaz bitkileri (meyve bahçelerini, sebze tarlalarını, vs.) de bozar, zehirler. Büyük endüstri şehirlerinde, güneş ışığının yoğunluğunu düşürür. Sağlık için son derece yararlı ültraviyole (menekşe ötesi) ışınlarının ulaşmasını engeller.

Rüzgar dumanı sürüp götürmese,büyük endüstri şehirleri belki de her gün sisle kaplı olacaktı. Duman ve sisin yoğun olduğu yerlerde,akciğer ve kalp hastalıklarından ölüm oranı çok yüksektir.

Daha yukarda değinmiş olduğumuz gibi,yoğun ve devamlı duman, toprak yüzündeki bitki örtülerinin rahat solumasını engeller. Onları güneş ışığından yoksun bırakır.

Bugün bir çok büyük şehirde, fabrika bacalarının, kaloriferlerin püskürdüğü öldürücü dumana karşı, " çevre kirlenmedi" sorununa ilişkin etkili kampanyalar açılmıştır.

Hipokrat Kimdir?

Bir hekimin (doktor) oğlu olan Hipokrat,belirli bir tarihten beri tıp ilminin babası sayılmakta,böylece anılmaktadır. Tıp fakültelerini bitirip meslek hayatına atılacak olan doktorların , "meslek hayatında belirli kurallara uyacaklarına,bundan şaşmayacaklarına ,insan hayatını her şeyden üstün tutacaklarına" ilişkin yeminleri bile "Hipokrat Yemini" diye tanımlanır.

Hipokrat M. Ö. 460 yılında, Ege'deki Cos adasında doğmuştu. Eski Yunanlıların, insan vücudunun parçalanarak bilimsel inceleme ve çalışmalara konu olmasına, yani "teşrih" ilmine kötü gözle bakmalarına rağmen, Hipokrat anatomi çalışmalarını o çağa göre hayli yüksek bir düzeye ulaştırmıştı. Yardımcılarının da elbirliğiyle,devri için gerçekten şaşırtıcı sayılabilecek yargılara, sonuçlara varmıştı.

Her şeyden önce,hastalıklara ilişkin batıl inançlara karşı çıktı. İnsan vücudundaki hastalıkların tabiat kanunlarıyla ilişkilerini belirtti. Ona göre, hastalıkların nedeni iki gurupta sınıflandırılabilirdi:

1 - Mevsim ve iklimle ilgili nedenler

2 - Kişisel (besin sisteminin düzensizliği,yetersizliği, hareketsizlik vs. gibi nedenler.)

Hipokrat,her şeyden evvel düzenli beslenmeğe önem veriyordu. Bu bakımdan sıkı, eksiksiz bir düzenin uygulanmasının şart olduğu inancındaydı. İlaçlardan ve kan alınmasından ziyade ,beslenme konusunda duruyordu. Fakat gerçekten etkili ve yararlı ilaçlar hazırlamaktan da geri kalmamıştı.

Bilindiği kadarıyla, tıp öğrenimini babasından sağlamıştı. Ünlü Demokritus'dan da felsefe dersleri almıştı. Bir süre gezip dolaştıktan sonra, doğduğu yer olan Cos adasına dönüp yerleşti. Denemelerini, çalışmalarını orada sürdürdü.

Hipokrat hakkında en güvenilir bilgi kaynakları, iki çağdaşının (Eflatun ve Aristo) yazılı belgeleriyle, Hipokrat Külliyatı'dır. Söz konusu külliyat,bizzat Hipokrat'ın,çalışmalarıyla, üzerine eğildiği konularla ilgili olarak kaleme aldığı yazılardan meydana gelmiştir. Bu koleksiyonun en ilginç bölümlerinden biri "Baştaki Yaralar Üzerine" adını taşır. Hipokrat'ın bu bölümde anlattığı bazı ameliyatlar,bugün beyin cerrahisi alanındaki uygulamalardan pek farklı değildir.

Hipokrat'ın ölüm tarihi de kesinlikle bilinmeyip,85 ile 110 yaş arasında öldüğü tahmin edilmektedir.

Kuyrukluyıldız Nedir?

Bir zamanlar bir kuyruklu yıldızın görünüşü insanların korkuyla titremelerine,dehşete kapılmalarına sebep olurdu. İnsanlar, kuyruklu yıldızların öldürücü salgın hastalıklar,savaşlar,insanlığın bütünü için büyük ölçüde tehlikeler konusunda uğursuz bir belirti, kötü bir kehanet niteliği taşıdığına inanırlardı.

Bugün,bir kuyruklu yıldızın ne olduğuna ilişkin bilimsel temellere dayanan bir bilgimiz var. Gene de onlarla ilgili tüm soruları cevaplandırabilmiş değiliz. Bir kuyruklu yıldız ilk göründüğü zaman küçük, çok küçük bir ışık noktası halindedir. Oysa bu ışık noktasının çapı binlerce mil olabilir.

Işıklı nokta,kuyruklu yıldızın "başı" veya "nükleuz"udur. Bilim adamlarına göre,bu ışıklı nokta,gazlarla bileşki halinde katı,kitlesel maddeciklerin kümelenmesinden oluşmuştur. Ancak,bu maddenin nereden, hangi kaynaktan geldiği halen bir esrardır.

Kuyruklu yıldız güneşe yaklaştığı zaman, genellikle arkasında bir kuyruk belirir. Kuyruk, çok ince gazları ve çok küçük zerrecikleri kapsayan bir yapıdadır. Bu çok küçük madde zerrecikleri,kuyruklu yıldız güneşin etkisi altına girdiği zaman başından kopuşmuş, yayılmıştır. "Nükleuz"un çevresinde üçüncü bir kesim vardır. Söz konusu kesim "koma" diye adlandırılır. Koma'nın parlak bulutumsu bir görünümü olup, çapı bazen 150.000 mili bulur,hatta aşar.

Kuyruklu yıldızların kuyrukları biçim ve boyut bakımından çok değişiktir. Bazıları kısa ve enli,bazıları ise uzun ve incedir. Genellikle,uzunlukları en azından 5.000.000 mildir.Buna karşılık, bazı kuyruklu yıldızların hiç kuyruğu yoktur. Bazen de kuyruk 100.000.000 mil uzunluğundadır.

Kuyruk büyüdükçe, kuyruklu yıldız hız kazanır. Güneşe yaklaşırken baş kısmı önde olarak hareket halindedir. Sonra garip bir şey olur. Güneşten uzaklaşan kuyruklu yıldızın kuyruk kısmı öndedir. Başı da onu izler. Bunun nedeni, güneşten yayılan ışığın basıncıdır. Bu basınç,çok küçük zerrecikleri, kuyruklu yıldızın "baş" kısmından iter,uzaklaştırır ve kuyruk yapısında toplaşmalarına sebep olur.

Bunun sonucu olarak, kuyruklu yıldız güneşten uzaklaşırken kuyruk kesimi öndedir. Güneşten uzaklaşmasıyla,kuyruklu yıldız derece derece hızını kaybeder. Sürati azalır, sonra görülmez olur. Kuyruklu yıldızlar bazen yıllarca görülebilir de. Fakat içlerinden çoğunun görülmesiyle gözden kaybolması kısa zamana sığar.

Kuyruklu yıldızlar güneşin çevresinde birbirini izleyen turlar yaparlar. Ancak, bir tek hareketin yapılması için uzun bir süreye ihtiyaç vardır. Nitekim Halley kuyruklu yıldızı bu seferini 75 yılda tamamlamıştır.

Halen astronomların listesinde 1000 kuyruklu yıldız kayıtlıdır. Öte yandan,güneş sistemimizde gözle seçilip görülmeyen yüz binlerce kuyruklu yıldız bulunabileceği de ileri sürülmektedir.

Mikrop Nedir?

Binlerce yıllık varlığı boyunca, insan hastalıkların nedenini bilmeksizin yaşamıştır. İlkel insanların bu konuda kendilerine has "izahları" ve "inançları" vardı. Bunlardan en yaygını, hastalıkların insanın vücudundaki kötü ruhlar yüzünden olduğuydu.

1865 yılına varıncaya kadar, insanlar hastalıkların mikroplardan olduğunu bilmeksizin yaşayageldiler.Ancak 1865 yılında, Fransız bilim adamı Louis Pasteur,bugün bildiğimiz mikroplara ilişkin temel kuramını ortaya koydu.

Bugün, insanlığın en büyük, en amansız düşmanının mikroplar olduğunu biliyoruz.Bu küçük,tek hücreli organizmalar öylesine küçüktür ki, mikroskopla bakılmaksızın görülemez. Daha ötesi, mikroskopla bile görülmeyecek kadar küçük olanları vardır.

Mikrop veya mikroorganizma diye tanımlanan bu küçük düşmanlar, bitkisel ya da hayvansal yapılı olabilir. Hayvansal yapıdakiler "protozoa",bitki formunda olanlar da "bakteri" diye guruplandırılır. Üçüncü bir gurup mikrop vardır ki, bunlara genelleme halinde "elenemeyen virüs" adı verilir. Böylece isimlendirilmelerinin nedeni, en mükemmel, en küçük cisimcikleri bile tutacak nitelikte filtrelerden geçebilecek kadar küçük yapılı olmalarıdır.

Mikroplu her hastalık, özel bir mikrobun sonucudur.Belirli bir hastalığın mikrobu başka hastalığa sebep ve kaynak olamaz.Sözgelimi kızıl hastalığının mikrobu sıtma yapmaz. Müthiş hastalıklara sebep olan mikropların yakını sayılabilecek nice mikrop da insanlar için son derece yararlıdır.

Mikrobik hastalıkların çoğunda, vücut direnme ve karşı koyma gücüyle bu mikropları yok edebilir. Bu durumda hasta kurtulacaktır.Bazı mikrobik hastalıklarda ise,bu mikropların saldırısına bir kez uğrayan vücut bağışıklık kazanır. Kurtulduktan sonra ikinci kez aynı hastalığa tutulmaz.

Bunun dışında, bir de bazı hayvanlarda tabiattan bağışıklıklardır. İnekler ve daha nice hayvan verem mikrobuna karşı korunmasızken, eşekler bu hastalığa karşı bağışıktır.

Mikroplara karşı en etkili savunma yolu "aşı" dır.

Pastör Kimdir?

1822 yılında Fransa'nın Dole adındaki küçük şehrinde doğan Pastör, özellikle "kuduz" a karşı açtığı savaşla, adını bilim tarihine hiç silinmeyecek altın harflerle yazmıştır.

Arbois ortaokulunda ve Besançon kollejinde okumuş,sonradan Yüksek Öğretmen Okulu'na girmiştir. Bu yüksekokula giriş imtihanında 15. olduğunu öğrenen Pastör, okula daha layık bir öğrenci niteliğini kazanmak için bir yıl daha beklemiş, sonraki yıl girdiği imtihanda 4.lüğü kazanmıştır. Böylesine bir davranış bile, onun ilme,öğrenime gösterdiği titiz saygının açık seçik belirtisidir.

1848 de stajyer, 1849 yılında doktor olan Pastör, insanlığın hizmetine sunduğu büyük keşiflerine aynı yıl başlamıştır. Lise profesörü,üniversite öğrenim üyesi olarak Dijon ve Starsbourg'da görev almış, bu arada " fermantasyon - mayalanma " konusundaki çalışmalarını da sürdürmüştür.

Pastör'ün mayalanma konusundaki buluşu, havadaki bazı mikropların insanlar için yararlı olduğu sonucunu ortaya çıkarmıştır. Şarap, sirke, bira, süt gibi maddelerin "pastörize" edilmesi,ünlü bilim adamının o dönemdeki titiz çalışmalarının sonucudur.

Pastör sadece bu alandaki çalışmalarıyla kalmamış, Fransa'nın güneyinde ipekçilik endüstrisini tehlikeye düşüren, ipek böceklerine musallat olan "karataban" hastalığını önlemiş,koyun, inek gibi hayvanları kırıp geçiren "şarbon" hastalığının mikrobunu, dolayısıyla buna karşı aşıyı da bulmuştur.

Cerrahi hastalıklarda mikropları öldürerek kangren tehlikesinin önüne geçmek yolundaki çalışmaları, gene tıp alanında saygıyla anılması gereken sayısız başarılarından biridir. Fakat Pastör'ün insanlığa en büyük hizmeti, yukarda da değinmiş olduğumuz gibi "kuduz" mikrobunu ve buna karşı aşıyı bulmasıdır. Onun bu hizmeti dolayısıyla 1886 yılında kurulan (Pastör Enstitüsü), bütün dünyanın maddi ve manevi yardımlarını görmüştür.

Hayatının 70. yılı Sorbonne Üniversitesinde yapılan büyük bir törenle kutlanan Pastör, ilerlemiş yaşına rağmen, adını taşıyan enstitüye destek olan çalışmalarını sürdürmekten geri kalmamıştır. Difteri (kuşpalazı) serumunu bulan Dr.Roux, veba mikrobunun bulucusu Dr. Yersin, kolera mikrobunu bulan Dr. Chantemesse, Pastör'ün başarılı öğrencilerinden,onun ışıklandırdığı bilim yolunda yürüyen sayısız kimselerden sadece birkaçıdır.

Pastör, Abdülhamit'in çağrısıyla İstanbul'a da gelmiş ve bir kolera salgınını önlemekte büyük hizmetleri dokunmuştur.

Antibiotik Nedir?

Basit ve açık bir tanımlamayla,antibiotik “mikrobik,ateşli" hastalıklara karşı korunmada ve bunların tedavisinde kullanılan ilaçlara genel olarak verilen isimdir.

Birleşik bir kelime olan "anti-biotik" deyiminde, "anti -karşı","biotik" ise "hayat" anlamına gelir. Ancak, antibiotikler sadece belirli formda,hastalıklara sebep olan bakteriler gibi organizmaların hayatına karşıdır.

Antibiotikler de belirli organizmalardan (bakteriler, küf, daha büyük bitkiler gibi) yapılmıştır.

Modern tıp için çok büyük bir yardımcı olan ve bütün dünyayı kapsayan yaygın ölçüde kullanılan antibiotiklerin gelişimi, 1928 yılında Sör Alexander Fleming tarafından "penisilin" in bulunmasıyla başlamıştır diyebiliriz.Dünyanın bütün bölgelerinden alınan toprak örnekleri,mikrobik bakterilere karşı kullanılabilecek küf ihtiva ediyor mu diye titiz bir dikkatle incelenmiştir. Günümüzde kullanılan antibiotiklerin çoğu,bu tür araştırmalarla varılan sonuçlardır. Penisilin, streptomisin, aureomisin, kloramfenikol, teramisin ve benzerlerini, söz konusu antibiotiklerin en etkili örnekleri arasında sayabiliriz.

Bazı antibiotikler, hastalığa sebep olan bakteriler üzerinde olduğu gibi vücut doluları üzerinde detoksik (zehirli) bir etki yaparlar.

Antibiotiklerin bakterilerin gelişme ve faaliyetlerini nasıl önlediği kesinlikle bilinmemektedir. Bu konudaki en yaygın inanç,bakterilerin gelişip çoğalmaları için gerekli beslenmeye engel olduklarıdır.

Bakterilerin sebep oldukları hastalıkların her biri,bu bakımdan en iyi sonuçları sağlayan özel, belirli antibiotiklerle tedavi edilmektedir. Hastalardan bazılarının bu antibiotiklere karşı aşırı ölçüde duyarlı (allerjik) olmaları halinde,hastanın bünyesinin ters tepki göstermeyeceği başka bir antibiotik uygulanır.

Bazı durumlarda antibiotiklerin uzun süre verilmesi gerekebilir. Buna karşılık,tedavi amacından ziyade sırf sorunma için alınan antibiotikler de vardır.

Antibiotiklerin bulunmasından bu yana, mikrobik hastalıklar insan sağlığı için öldürücü bir tehlike olma niteliğini kaybetmiştir denilebilir.

İlk İlacı Kullanan Kimdir?

İlaçlar, hastalıkların tedavisinde en etkili çarelerden biri belki de birincisidir. Günümüzde belirli rahatsızlıklar için belirli ilaçların alınması, duruma göre doktora danışmayı bile gerektirmeyen bir kolaylıktır.

Ailede biri hastalanırsa, yapılacak ilk şey bir doktor çağırmaktır.Doktor gereken muayeneyi yapar. Uygulanacak tedavi yöntemini söyler ve reçetesini yazar. Doktorun yazdığı reçeteyle eczaneye giderek gereken ilaçları alırsınız.

Bu, tam anlamıyla bilimsel bir davranıştır. Fakat tekniğin ve tıbbın böylesine gelişmiş olmasına rağmen,bazı çevrelerde hala "kocakarı ilaçları"nın kullanıldığını ,bunlardan medet umulduğunu duymuş,hatta görmüşüzdür.

Daha ötesi, bilgisiz, kör karanlık inançlara sahip bazı çevrelerde, hastalıkların "büyü"den farksız,saçma şeylerle geliştirilebileceğine inananlar vardır.Bir takım otların yakılması,ne olduğu belirsiz yağların sürülmesi ,kurutulup dövülmüş köklerin yutturulması, hastalığın tedavisi için yeterli sayılır.

Doğrusunu söylemek gerekirse,bilimsel yöntemler uygulanmadan önce,ilacın ve eczacılığın kökeni de bu davranıştı. İlkel insanların tedavi için başvurdukları,yararlandıkları usuller,hastalıklarının nedenine,kaynağına ilişkin temelsiz, karanlık inançlarıyla bağlantılıydı. Buna karşılık, gene ilkel topluluklarda terleterek ateş düşürme,kan alma, masaj ve modern farmakoloji tarafından bile yararlı oldukları kabul edilen bazı köklerin,yaprakların(kına kına, reçine,çeşitli yosunlar, vs.)kullanılması gibi tedavi yöntemlerinin uygulandığı da bir gerçektir.

Bilimsel gelişmeler öncesi devirlerde en etkili ilaçları kullanan topluluk eski Mısırlılar olup,bunların ilaçları ve tedavi usulleri "büyü ve sihir" temeline dayanıyordu. Kullandıkları ilaçlar arasında bal,tuz sedir ağacından çıkarılmış bir cins yağ, beyin, karaciğer özü ve çeşitli hayvanların kananı sayabiliriz.

Ancak,Yunanlılara kadar bu alanda bilimsel bir tavırdan söz edilemez.

Bundan 2000 yılı aşkın bir süre önce Hippocrates (Hipokrat) adında bir adam, bilimsel nitelikte ilk ilaçları kullanmış, ilk tedavi yöntemlerini uygulamıştır.Dolayısıyla, Hippocrates modern tıp ilminin de babası olarak kabul edilir.

Kan Hastalıklarla Nasıl Savaşır?

Akyuvarların (beyaz küreciklerin)çoğu alyuvarlardan büyüktür. Buna karşılık, kandaki akyuvar sayısı alyuvara oranla azdır. Yaklaşık olarak,her 800 alyuvara karşılık bir akyuvar vardır. Akyuvarlar belirli bir biçime,şekle sahip değildir. Şekil değiştirerek hareket ederler.

Herhangi bir yoldan vücuda girmiş zararlı bir bakterinin sebep olduğu hastalıkla savaşmak, daha doğrusu hastalığın öncüsü bakteriyi yok etmek, akyuvarın görevidir.

Bir bakteriyi ortadan kaldırmak için, akyuvar bakteriye doğru hareket eder. Onu kaplar. Bu kaplama bir nevi yutmaktır. Bakteri akyuvarın içine girdiği an sindirilir.

Büyük sayıda zararlı bakteri kanı kapladığında,vücut otomatikman akyuvar sayısını arttırır. Bu akyuvarlar,kemik iç yapısındaki ilik tarafından üretilir. Belirli bir süre sonra, kan bakterileri yok edecek ölçüde (sayıda)akyuvara sahip olacaktır.

Kleptomani Nedir?

Kleptomani'ye halk dilinde "hırsızlık hastalığı" da denir. Tamamen bir ruh hastalığıdır.Ruhbilimcilere göre kleptomani, hastanın ruhundaki bir çelişmeden ileri gelmektedir. Daha ziyade çocuklukları büyük bir baskı altında geçmiş olanlarda görülür. Kendine güveni olmayan, korkak, ürkek kimseler, kendi kendilerini böyle olmadıklarına inandırabilmek için,büyük bir cesaret gösterdiklerine inanarak,hırsızlık yaparlar.

Kleptoman'lar (hırsızlık hastaları)bir şey çaldıkları zaman, büyük bir memnuniyet duyarlar.Onlar için çaldıkları şeyin değerli veya değersiz oluşu önemli değildir.Örneğin bir avuç tuz çalmak bile onları mutlu kılar.

Kleptomani tedavisi mümkün olan bir hastalıktır. Psikanaliz yolu ile hastayı bu yola sevk eden, geçmişteki olayları tespit edip,telkin yolu ile tedavi etmek mümkündür.

Kleptomanlar zaman zaman yaptıklarından üzüntü ve pişmanlık duyarlar. Ancak hiç bir zaman hastalıklarını kabul edip,bir doktora başvurmazlar. Burada görev hastanın aile çevresine düşer. Uygulanacak en iyi yol, hastayı kırıp incitmeden başka bahanelerle bir ruh doktoruna götürmektir.

Vitamin Nedir?

"Vita" kelimesinin anlamı "hayat" demektir. Vitaminler ise hayatı devamlı kılmak, sürdürmek için gereken özler (cevherler) dir. Bu özler bitkiler veya hayvanlar tarafından , meydana getirilmiş olabilir. Esas olan, bunların küçük ve yeterli miktarlarla vücuda sağlanması, canlılık, hayatiyet durumunun böylece sürdürülmesidir.

19. yüzyılın sonlarına kadar, "skorpit" denilen garip ve tehlikeli bir hastalık uzun seferler yapan gemicilerin sağlık durumunu tehlikeye düşürüyor,hatta ölümlerine sebep oluyordu. 18. yüzyılın sonlarında,yaş ve taze meyvelerin,belirli sebzelerin yenmesiyle bu hastalığın önlenebildiği,geçiştirildiği görüldü.

Bunun, taze ve yaş meyvelerin, sebzelerin bünyesinde bulunan vitaminlerden ileri geldiğini keşfetmek bilim adamları için 100 yıldan fazla zamanı almıştır.

Bilim adamlarının bu konuda bunca zaman karanlıkta kalmalarının nedeni, vitaminlerin kimyasal yapı ve bünyesini tam anlamıyla bilmeyişlerindendi. Buna karşılık, vitaminleri sadece A vitamini, B vitamini, C vitamini vs. diye guruptandırmakla kalıyorlardı.

Şimdi sağlık için hangi vitaminlerin gerekli,hatta elzem olduğunu görelim. A vitamini her zaman için hayvan etinde bulunur. Bitkilerde oluşur ve bunları yiyen hayvanların vücuduna geçer. A vitamini mikroplu hastalıklara karşı koruyucudur. Süt, yumurta, ciğer, balıkyağı, marul, havuç ve ıspanak en zengin A vitamini depolarıdır.

Vitamin B veya "B kompleks", belirli bir tarihe kadar bir tek vitamin sayılıyordu. Sonradan B gurubunda daha çok sayıda vitaminin var olduğu anlaşıldı ve bunlar B1,B2 diye tanımlanmağa başladı. Vitamin Bl, özellikle belirli sinir hastalıklarından korunma için yararlıdır. Bu vitaminin yokluğu "beriberi" diye tanımlanan bir hastalığa da sebep olabilir. Sütte, yaş meyvelerde,bütün hububat tanelerinde ve taze sebzelerde bulunur. Devamlı vücuda sağlanmalıdır.

Önemli bir başka vitamin de, vitamin C'dir. Bunun yokluğu "skorpit" e kaynak olur. Eklemler sertleşir, dişler dökülür, kemik yapısı zayıf kalır. Portakal, lahana, domates, limon, vitamin C bakımından zengin besin maddeleridir.

Vitamin D,bebeklerde kemiklerin gelişimi için büyük önem taşır.Dişlerin sağlıklı olmasında rol oynar.Balıkyağı, ciğer ve yumurta sarısında fazla miktarda bulunur.Dengeli, düzenli bir yemek,gerekli vitaminleri almanız için en iyi yoldur.

Astroloji Nedir?

Eski çağlarda, insanlar günlük hayatlarındaki olay ve olguların çoğunda sihir ve büyünün etkilerine inanırlardı.İyi ürün almak,hayvan sürülerinin çoğalması,düşmanlarına karşı zafer kazanmak, salgın hastalıklardan, tabiat afetlerinden korunmak için sihir ve büyünün yardımına ,yararlılığına sarsılmaz bir inanç beslerlerdi. İlkbahar yani ekim zamanı gelip çattığında, yıldızların gökyüzünde belirli yerlerde ışıdıklarını farketmişlerdi. Buna karşılık, sonbahar yani hasad zamanı geldiğinde,aynı yıldızlar değişik yerlerde ışıldıyorlardı. Bu yüzden, ekinlerin olmasıyla yıldızlar arasında sihirli bir ilişkinin bulunduğunu düşündüler.

Yıldızları,yıldızların durumlarını daha yakından incelemek, titiz ve devamlı bir gözlemle izlemek gereğini duydular. Yıldızların parlaklığına,durumuna bakarak, geleceğe ilişkin yorumlar, açıklamalar yapmağa başladılar. Başka türlü söylemek gerekirse yıldızlardan geleceği okumak çabasına giriştiler. Bu davranış ve inanç giderek kökleşti. Krallar ve hükümdarlar,saraylarında özel yıldıza bakıcılar bulunduruyorlar,hareketlerini,kararlarını onların sözde yıldızlardan okudukları şeylere,yıldıza bakıcıların tavsiyelerine göre ayarlıyorlardı.

Astroloji, işte bu yıldızları inceleyerek geleceği okumak, geleceği söylemek işine verilen isimdir.

Eski yunanlıların ünlü bilge ve düşünürü Aristoteles (M. Ö 384-322),o çağda bilimleri sıralarken-astrolojiyi de tabii bilimlerin bir kolu olarak saymıştı. Farabi ve İbn Haldun gibi Doğulu bazı bilginler de, astrolojiyi aritmetik bilimlerin dört kolundan biri diye nitelendirilen astronominin bir dalı olarak kabullenmişlerdi. Eski bilginlere göre gökyüzü on iki bölgeye ayrılırdı Bu bölgelerin her birinin özel işaretleri vardı. Aslında on iki takım yıldız, ya da burç olan bu bölümler , Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık diye isimlendirilmişti. Bilginler, bu burçlardan her birinin insanlar üzerinde ayrı etkileri olduğu inancındaydılar. Günümüzde gazete ve dergilerde verilen "yıldız falı" da hala bu inancın izlerini ve etkilerini taşımaktadır.

Güvenilir tarih kaynakları, astrolojinin çok eski zamanlarda Kaide'de doğmuş olduğunu belirtmektedir. İskenderiye'deki Kaideli rahiplerin yıldızlara bakarak önemli bazı olayları önceden haber vermeleri, onların ününü büsbütün arttırmıştı. Gerçekte,astroloji dünyanın en eski bilimlerinden biri diye tanımlanabilir.

Mezopotamya'da yaşayan Sümerliler, yazıda olduğu gibi astroloji konusunda da Mısırlılar'a öncülük etmişlerdi. Çin'de Hindistan'da, Mezopotamya ve eski Mısır'da astroloji çok yaygındı. Eski Yunanlılar da, tacirler ve gemicilerin aracılığıyla astrolojiyi Kaldeliler'den öğrenmişlerdir.Astroloji Yunanlılar'dan da Romalılar'a geçti.

Bazı açıklamaları gerçekleşmese bile,halkın yıldız bakıcılara güven ve inançları sarsılmıyordu. 1179 yılında, bütün yıldız bakıcılar dünvanın sonunun geldiğini duyurdular. 1186 yılının Eylül ayında bütün gezegenler çarpışacak ve evrenin sonu gelecekti. Tabii bu kehanet gerçekleşmedi. Bir süre korku içinde yaşayan insanlar derin bir soluk aldılar. Buna rağmen,yıldıza bakıcılara karşı besledikleri güven ve inançlarını da sürdürdüler.

15. yüzyıl sonlarında üç gezegenin birine çok yaklaştığına ilişkin gözlemler,büyük bir felaketin yakın olduğu şeklinde açıklandı. Gerçekten de,açıklamanın yapıldığı yıl büyük bir veba salgını çıktı. "Kara Ölüm" diye tanımlanan veba,bir ölüm tırpanı gibi ortalığı biçti. Bu bir rastlantı bile olsa, insanların yıldız bakıcılara inancı gene güçlenmişti. Ancak astronominin gerçek bir bilim olarak doğup gelişmesi astrolojinin sonunu getirdi.

Aşı Nedir?

İnsan vücudu gibi, canlı bir organizmanın, kendini bulaşıcı haftalıklara karşı savunmak ve onlara baskın gelmek için yararlandığı bir kuvvet vardır. Bu direnme kuvveti "bağışıklık" diye isimlendirilir. Bulaşıcı hastalıklara karşı korunmada esas, vücudun bu tür bir bağışıklık kazanmasını sağlamak, buna yardım etmektir. Virüslerin sebep olduğu hastalıklarda, bağışıklık hastalığı bir kez geçirmekle kazanılır. Başka türlü söylemek gerekirse hastalığı geçiren bir kimse o hastalığa karşı artık "bağışıklık" kazanmış durumdadır. Kızamık, suçiçeği, vs. gibi hastalıklar bu tür hastalıklar arasında sayılabilir. Bunlardan birini geçiren,bir daha aynı hastalığa tutulmayacaktır.

Ancak,bazı hastalıkların mikropları vücuda tekrar tekrar saldırıda bulunabilir. Bu hastalıklara karşı suni (yapay) olarak bağışıklık sağlamak için, vücuda sözkonusu hastalığın zayıflatılmış, etkisiz hale getirilmiş virüsü verilir. İşte bazı hastalıklara karşı bağışıklık sağlamak için o hastalığın zayıflatılmış mikrobuyla hazırlanan ve vücuda uygulanan tıbbi madde "aşı" diye isimlendirilir. Belirli bir hastalığın virüsüyle hazırlanmış aşı yapılan kimse,hissedilmeyecek kadar hafif ölçüde o hastalığın etkisinde kalır. Bunu kolaylıkla yener. Artık aşıya göre belirli bir süre için o hastalığa karşı bağışıklık kazanmıştır. Tıpta bilimsel yöntemlerle aşıyı ilk uygulayan kimse Edward Jenner (1749-1823) adında bir İngiliz doktorudur. Fakat Edward Jenner'den çok önce, Türkler'in çiçek hastalığına karşı korunmak için bazı yöntemler uyguladığı bilinmektedir. Bu yöntemler de rastlantı sonucu bulunmuştur. Bir zamanlar çiçek hastalığından yüzlerce kişinin ölmesine rağmen, Edirne çevresindeki köylülere hemen hemen hiç bir şey olmadığı dikkati çekmişti. Bunun nedeni, ineklerin de çiçek hastalığına benzer bir hastalığa tutulmalarıydı. Hasta ineklerin memelerinin çevresi cerahatli sivilcelerle kaplanıyor ve süt sağanlar,ellerindeki çatlaklardan bu hastalığın ölmüş mikroplarını alarak bağışıklık kazanıyorlardı.

Daha yukarda da değinmiş olduğumuz gibi, zayıflatılmış, etkisiz hale getirilmiş virüsle hazırlanan madde "aşı" diye isimlendirilir. Aşının yapısında, zararsız kılınmış hasta organizmalar vardır. Bunlar, vücutta "antikor" denilen maddeyi meydana getirmek suretiyle bağışıklık yaratır. Antikorlar, virüsleri nötr (etkisiz) hale getirirler. Aşının görevi, vücudu bunları meydana getirmek için uyarmaktır.

Aşı,bazı hayvanlara hastalık mikroplarını vermek ve sonradan bu virüsleri tecrit etmekle hazırlanır. Sözkonusu işlem, virüs son derece zayıf, etkisiz düşünceye kadar devam ettirilir. Öyle ki,bu virüs insana verildiği zaman artık hastalık meydana getirecek durumda değildir. Sadece o hastalığa karşı vücudu uyaracak,bağışıklık sağlayacaktır.

Asit Nedir?

Kimyasal nitelikleri dolayısıyla turnusol kağıdının mavi rengini kırmızıya dönüştüren,bileşimindeki hidrojenin yerine maden alarak tuz meydana getiren hidrojenli bileşikler, kimya dilinde "asit" diye tanımlanır.

Eskiden, asitler ekşi lezette olmaları, suda çok erimeleri, alkali özelliği gösteren maddelerle işlem yapılınca onların alkali özelliklerini gidermeleri, mavi trunusol kağıdının rengini kırmızıya dönüştürmeleri gibi niteliklerle belirlenirlerdi. Ancak, şap gibi daha birkaç maddenin, asitlikle hiç ilgileri yokken aynı özellikleri taşıdığı farkedildi. Başka türlü söylemek gerekirse,yukarda sayılan özellik ve niteliklerin asitleri tanımak için yeterli olmadığı anlaşıldı.Asitler kullanılması güç,hatta tehlikeli oldukları halde,belirli teknik işlemler bakımından çok gereklidirler. Sözgelimi, eritilmiş (eriyik halinde) sülfirik asit akümülatörlerin doldurulmasında kullanılır. Basım işi yapanlar, resim levhalarındaki beyaz gölgeleri (istenmeyen kısımları) yakıp çıkarmak için nitrikasitten yararlanırlar. Diğer bazı kuvvetli asitler, demir putreller, kazanlar ve benzeri şeyler monte edilmeden önce, bunların üzerindeki pasın temizlenmesinde işe yararlar. Çok zayıf bir asit olan asit borik,hasta gözlerin banyosu için kullanılır. Sitrik asit (limontuzu),çöreklere,alkolsüz içkilere limon tadı vermek için yararlanılan bir maddedir.

Asitler "kuvvetli" ve "zayıf" olmak üzere iki genel guruba ayrılır. Sülfirik asit, nitrik asit,hidroklorik asit,kuvvetli asitler gurubundandır. Asit borik ve asetik asit ise "zayıf" asitler gurubuna girer.Bu ayrımın dışında,asitler kimyasal yönden gene iki guruba ayrılmaktadır. (1) Organik asitler , (2) İnorganik asitler.

Sülfirik asit daha önce de değindiğimiz gibi endüstri alanında çok yaygın ölçüde kullanılan bir asittir. Yakıcı ve aşındırıcıdır. Cilde teması yanmaya, aşınmaya sebebiyet verir. Gözler için son derece tehlikelidir.Hidroklorik asit, sülfirik asit ve bildiğimiz sofra tuzundan yapılabilir. Metalleri temizlemek için büyük ölçüde işe yarar. İnsan vücudu kendiliğinden az miktarda zayıf hidroklorik asit meydana getirir.Bu asit sindirim bakımından yararlıdır. Kuvvetli asitlerden bir başkası olan nitrik asit de deri ve gözler için tehlikelidir. Buna karşılık, asit borik çok zayıf bir asittir. Belirli ölçüde mikroplara karşı öldürücü olarak kullanılır. Seramik, çimento, kozmatik yapımında da bu asitten yararlanılır.

Organik asitler inorganik asitler kadar kuvvetli değildir. Asetik asit sirkede bulunur. Elma şarabının daha tahammür ettirilmesiyle elde edilebilir. Sütün içinde fermente olan (tahammür eden) şekerle laktik asit meydana gelir.

Laktik asit sütü ekşitir, fakat peynir yapımında kullanılan bir asittir. Proteinli besinlerden oluşan amino asitler vücut sağlığında çok önemlidirler. Portakalda ,limonda ve greyfurtda askorbik asit vardır. Bunun kimyasal adı Vitamin C'dir. Ciğerde ve sığır etinde nikotinik asit bulunur. Deri hastalıklarına karşı koruyucudur.

Kalbimiz Nasıl Çalışır?

Göğüs kafesinin çevrelediği göğüs boşluğunda iki akciğer arasında ve sol tarafta yer almış bulunan kalbimiz,kas yapısında ve yumruk büyüklüğünde bir et parçasıdır. Küçüklüğüne rağmen güçlü ve çalışkan olan kalp durduğu an,insanın hayatı da sona ermiş demektir.

Kalb vücuttaki kan dolaşımı sisteminin merkezidir. Yapısı armut biçimindedir ve sivri ucu sol memenin altına isabet eder. Elimizi bu noktaya koyduğumuzda düzenli çarpmalar hissederiz. Bunlar "kalbin atışları"dır.

Cenindeki (ana karnında oluşan bebek) kalp altı haftalıkken teşekkül etmeye başlar. Başlangıçta bir balık kalbi gibi basit bir tüp-boru yapısındadır. Sonra giderek asıl şeklini alır.

Kalbi yukardan aşağıya kesit görünümü verecek şekilde açarsak,dört boşluk görürüz. Boşluklardan ikisi yukarda, ikisi de aşağıda bulunmaktadır. Vücuttan gelen kan kalbin yukarı kesimindeki boşluklardan girer. Üstteki boşluklar "kulakçık"lar (sağ kulakçık,sol kulakçık) diye isimlendirilir. Alttaki boşluğun gözleri de "karıncık" lar (sağ karıncık ve sol karıncık) diye isimlendirilmiştir. Sağ kulakçıkla sağ karıncık, sol kulakçıkla da sol karıncık arasında birer delik vardır. Bu delikler birer kapakçıkla açılıp kapanırlar. Ayrıca, kalpden çıkan damarların kalple birleştikleri yerde de birer kapakçık vardır. Kalbin bir tulumba ilkesiyle çalışması şöylece anlatılabilir. Kalbin çalışması esnasında önce karıncıklar kasılır, bunların içindeki kan atılır. Bu sırada kulakçıklar açıktır, vücuttan gelen kan bunların içine dolar. Kulakçıklar kasılıncıda karıncıklar açılmış duruma gelir. Aradaki kapaklar açılır ve kan karıncıklara geçer. Böylece vücudu dolaşıp kirlenmiş kan kalbe gelir, kalpden akciğerlere geçer. Orada temizlenir, tekrar kalbe döner. Tulumba ilkesiyle çalışan kan,bu kez temizlenmiş olan kanı gene vücuda, dolaşıma gönderir.

Kalp atışları,kalbin tulumba ilkesiyle çalışmasında çıkan seslerden başka bir şey değildir. Kalbi işleten sinirler dışında, kalbin içinde de kendi başına bir sinir merkezi bulunmaktadır. Özel bir kas yapısında olan kalbin içi ve dışı bir takım zarlarla kaplıdır. İç ve dış zar iltihapları,kalp hastalıklarının en önemlileri arasında sayılır.

Diğer kalp hastalıkları, damar sertleşmesi sonucu olan enfarktüs ve kapakçıklardaki bozukluklar sonucu, vücuda yeterince kan pompalamak için aşırı ölçüde çalışan ,yorgun düşen kalplerdeki "kalp yetersizliği" dir.

Ensülin Nedir?

Vücuttaki şeker dengesinin ayarlanmasında büyük rol oynayan ve pankreas bezi tarafından salgılanan bir hormondur. Yumuşak, pembemsi bir doku olan pankreas, barsağın bir kıvrımı içinde yer almıştır. Bu bezin salgıladığı ensülin,kandaki şeker miktarını kontrol eder. Normal ölçülerde ise vücuda canlılık verir.

Bazı büyük baş hayvanların pankreas bezlerinden sağlanan ensülin, şeker hastalığının tedavisinde kullanılır. Bunun nedeni, şekerli insan vücudundaki pankreas bezinin yeteri kadar ensülin salgılayamamasıdır. Ensülin, F. G. Banting ve C. H. Best adında Kanadalı iki bilim adamı tarafından bulunmuştur. Sözkonusu bilim adamlarının ensülinden hazırladıkları ilaç şeker hastalığının tedavisinde büyük ve olumlu etki sağlayınca, gene Kanadalı başka bir bilim adamı, J.B. Collip, daha kolay yöntemlerle ensülin elde edilmesi işini gerçekleştirmiştir.

Ensülinin çeşitli bileşimleri vardır.Bunlar,uygulanan ilacın etki hızına ve süresine göre değişiklikler gösterirler.Yakın tarihlerde ilk kez verildiği halde etkisi uzun süreli bir ensülin elde edilmiştir. Dolayısıyla hastalara günde bir ensülin iğnesi yapmak yetmektedir.

Ensülin tedavisi iğneyle (enjeksiyonla) uygulanır. Bazı durumlarda, iştahın açılması, sinir hastalıklarının tedavisi için şok meydana getirmek amacıyla da ensülinden yararlanılmaktadır.

Fazla ensülin alınması "şeker koması" na sebep olabilir. Bunun için,ensülin hastayı tedavi eden doktorun belirteceği dozlarla uygulanmalıdır. Fazlası olumsuz ve tehlikeli etkiler yapacak, azı da olumlu bir sonuç vermeyecektir.

Fizyoterapi Nedir?

Madde anlamına gelen "fizik" ve tedavi anlamına gelen "terapi" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen "Fiziyoterapi" tıbda,bazı hastalıkların fizik unsurlarla tedavisine verilen addır.

Tedavide kullanılan fizik unsurların başında ışık,elektrik, sıcak ve soğuk su banyoları,bazı özel idmanlar gelir.

Felçli veya romatizmalı hastalara uygulanan fiziyoterapiden çok iyi neticeler alınmaktadır.

Bugün hemen hemen bütün büyük hastahanelerde Fiziyoterapi servisleri mevcuttur.

Kanın Yapısı Nasıldır?

Damarlarda dolaşarak vücudun en ufak hücrelerine kadar yayılan,besin taşıyan kan,hayatın varlığı, yaşamak için son derece önemli bir maddedir.

Bilimsel incelemelere göre,bir insanda yaklaşık olarak ağırlığının 12 ile 15 de biri kadar kan vardır. Kan, tuzlar, şeker ve diğer bazı maddelerin sulu eriyiği olan plazma ile bunun içinde yüzen alyuvar ve akyuvarlardan meydana gelir.Kanın kırmızı rengi, alyuvarlardaki "hemoglobin" maddesinden ileri gelmektedir. Sözkonüsu madde, içinde demir bulunan bir kırmızı pigment (boyayıcı, renk verici) ile birleşmiş bir proteinden oluşur. Kanın pıhtılaşması,kanda bulunan "fibrinogen-fibrinojen" proteininin "fibrin" haline dönüşmesinden olur.

Para gibi yuvarlak diskler halindeki alyuvarlar, sağlam bir insanda 1 mm (milimetre küp) kanda 4. 5 ile 5 milyon oranında bulunur. Akyuvarlara gelince,bunların bazıları büyük, bazıları da küçüktür. Akyuvarların çekirdekleri vardır. Akyuvarların çeşitliliğine göre,çekirdekler de parçalı, düz, yuvarlak,ya da çomak biçimi ve tek olarak bulunurlar. Akyuvarların sayısı alyuvarlar kadar fazla değildir. 1 mm kanda ancak 5000 ile 8000 akyuvar bulunduğu bilinmektedir. Bazı hastalıklar,gerek akyuvarların gerekse alyuvarların sayısının artmasına sebep olur. Gene bunun gibi,bazı hastalıklar da alyuvar ve akyuvarların sayılarının eksilmesinde rol oynar.

Balıklar,kuşlar,sürüngenlerde alyuvarların her birinin bir çekirdeği vardır. Buna karşılık, memelilerde çekirdek hücreden dışarı atılır. Hücre geliştiği zaman çekirdek kaybolur. Bu durumun gerçek sebebi bilinmemektedir. Ancak, alyuvarların ömrünün kısalığına (insanda 3 ay) yorulmaktadır. Ölen bu hücreler yerine sürekli olarak yenileri gelir. Memelilerin hayatı boyunca, kırmızı kemik iliği içinde aralıksız sürüp giden hücre bölümleriyle yeni alyuvarlar oluşur. Eskiyen alyuvarlar dalak ve karaciğerdeki bazı hücreler tarafından tahrip edilir ve vücuttan dışarı atılır.

Aşırı çalışma, heyecan ve yaralanmaya sebep olan sarsıntılar, alyuvarların artmasına zemin hazırlar.

Lökosit adı verilen akyuvarlar,alyuvarlarla birlikte kan hücrelerini meydana getirirler.

Tansiyon Nedir?

Kanın damar çeperlerine yaptığı basınca tıp dilinde tansiyon denir.

Düşük tansiyona "hipotansiyon" yüksek tansiyona ise "hipertansiyon" adı verilir.

Günümüzün insanı daha ziyade "hipertansiyon" dan yani yüksek tansiyondan şikayetçidir.

Tansiyon yaşa göre değişik durumlar gösterir. Yaşlara göre normal tansiyon ölçüleri şöyledir :

l - 6 yaşlarında 9

6-12 yaşlarında 11

12-20 yaşlarında 12

20-30 yaşlarında 12, 5

30-40 yaşlarında 13

40-50 yaşlarında 13, 5

50-60 yaşlarında 14

60-70 yaşlarında 15

Bu rakamların üstüne çıkan durumlarda tansiyon yüksekliği sözkonusudur.

Tansiyonu yükselten çeşitli etkenler vardır. Kalp veya böbrek hastalıkları, iç salgı bezlerindeki düzensizlikler, sinir sistemi bozuklukları başlıca etkenler arasındadır.

Gelip geçici bir tansiyon yüksekliğini sinir bozukluklarına bağlamak mümkündür. Ancak devamlı tansiyon yüksekliklerinde bunun sebebini araştırmak ve bu sebebi ortadan kaldırıcı tedavi yollarına başvurmak gerekir.

Tansiyon yüksekliği çok defa belirli bir rahatsızlık vermez. Ancak çok yüksek tansiyonda baş dönmesi ve ağrısı,kulak uğuldamaları görme bozuklukları hissedilir.

Tansiyonu yüksek olanların sakin bir hayat sürmeleri yorucu çalışmalardan kaçınmaları ve gıdalarına çok dikkat etmeleri gerekir. Örneğin, et balık ve tuzlu yiyecekleri azaltmaları şarttır. Tansiyon düşürücü çeşitli ilaçlar vardır. Ancak bunların bir doktor kontrolunda kullanılması gerekir.

Tansiyon yüksekliği gibi, tansiyon düşüklüğüne sebep olan etkenlerde çeşitlidir. Bunların en çok rastlananları ciddi kalp ve böbreküstü muhafazası hastalıkları başlıca etkenlerdendir. Bunun yanısıra ruhi depresyonlar,sinir bozuklukları, yorgunluk da tansiyon düşüklüğüne sebep olabilir.

Tansiyonu düşük olanlar,bitkinlik,yorgunluk duyarlar,gözleri kararır,başları döner.

Kendilerinde devamlı başağrısı,kulak uğuldaması, başdönmesi ve gözkararması hissedenlerin tansiyonlarını kontrol ettirmeleri gerekir.

Penisilini Kim Buldu?

Bilim tarihine altın harflerle yazılacak bir buluş "sadece bir rastlantının sonucu" olabilir mi ? Buluşuyla insanlığa çok büyük bir hizmet yapmış olan bir kimse böyle konuşursa, bunu ancak o kişinin alçakgönüllülüğüne yorabiliriz.

Gerçekte böylesine bir buluş için en azından sabır ve sistemli çalışma,hayal gücü ve sağlam,sınırsız bir bilgi gerekir. Penisilin'i bulmuş olan Aleksandr (Alexander) Fleming' de bunların hepsi vardı. Fleming 1881 yılında İskoçya'da doğmuştu. Bizdeki orta okul ve liseye eşit öğrenimini yaptıktan sonra tıp fakültesine yazıldı. Bunun için İngiltere'ye gitmişti. 1906 yılında Londra Üniversitesi tıp fakültesinde "doktor" olarak eğitimini tamamladı. Tıbbi araştırmalar yapmağa karar verdi. Özellikle bakteriler konusuyla ilgileniyordu.

Bilindiği gibi,bakteriler çok küçük,tek hücreli,ancak mikroskop altında görülebilen bitkisel karakterde zerreciklerdir. Bunların bazıları insanlar için yararlı olabilir. Fakat çoğu son derece tehlikelidir. Difteri, tifo, zatürrie ve tüberküloz

(verem),bakterilerin sebep olduğu hastalıklardır. Bu küçük mikroplar her yerde havada, suda, yediğimiz besin maddelerinde, cildimizde ve kanda bulunabilir. Aleksandr Fleming de işte bu bakterilerin ilginç dünyasına eğilmişti. I. Dünya Savaşı'nın patlak verdiği 1914 yılına kadar bilimsel çalışmalarını sürdürdü. Savaşın çıkmasıyla,yüzbaşı olarak Fransa'ya gönderildi. Kraliyet kara Kuvvetleri Sağlık Birliklerinde görevliydi. Yaralıları tedavi ederken, kuvvetli bazı antiseptik (mikroba karşı koruyucu, mikrop öldürücü) maddelerin yararlı olmaktan ziyade zarar verdiklerini gördü. Bunlar mikropları öldürüyorlardı ama kandaki koruyucu akyuvarları da birlikte öldürüyorlardı. Fleming,daha o zaman insan yapısı için böylesine zararlı olmayacak bir cins bakteri öldürücü bulmayı düşündü.

Savaş bitmiş, Fleming de anayurda dönmüştü. 1925 yılında laboratuarında daha hızlı bir tempoyla sürdürdüğü yoğun çalışmalar, kançıbanı'na ve diğer bazı enfeksiyonlara sebep olan belirli bir bakteriyle ilgiliydi. Laboratuarındaki yüzlerce jelatin tabakçıkta bu bakterileri üretip inceliyordu. İşte bu sıralarda,günün birinde o "rastlantının sonucu" gerçekleşti. Fleming,küçük jelatin tabaklardan birinin açık tonda mavimsi yeşil,küf görünüşünde bir şeyle kaplanmış olduğun farketti. Sıradan bir bilim adamı, "eh,bu tabaktaki bakteri artık işe yaramaz" diye onu atıp geçerdi. Fakat Aleksandr Fleming sıradan bir bilim adamı değildi.

Bilimsel kökenli merakı,onu bu işe daha derinlemesine eğilmeğe zorladı. Jelatin tabaktaki mavimsi yeşil, küf görünümündeki maddeyi mikroskopla inceledi. Bu madde alelade bir küftü. Latince "küçük çalı" anlamına karşılık "Penicil-lium" adını taşıyan küf gurubundandı. Rokfor peynirinde ve küflenen ekmekteki küfle yakın bağlantısı vardı. Ancak bu küfün asıl özelliği, jelatin tabakçıktaki öldürücü bakteriyi yoketmiş olmasıydı. Dr. Fleming bu durumu çok ilginç buldu. Söz konusu küfe "penisilin" adını verdi ve çalışmalarını daha yoğunlaştırdı. Aynı küfü değişik sıvılar içinde geliştirdi ve bu sıvıların belirli bakterileri öldürdüğünü ortaya koydu.Difteri, menenjit ve zatürre hastalığı aşılanmış farelerle, tavşanlarla denemeler yaptı. Zamanla bu hayvanların iyileştiklerini gördü. Fakat ne yazık ki çalışmalarını devam ettiremiyecekti. Deneylerini,çalışmalarını sürdürebilmesi için gerekli parası yoktu. Başka bilim adamlarından yardım umdu.Ancak gereken ilgiyi görmedi. 1933 yıllarında "sülfamid"ler gurubu diye tanımlanan ilaçlar yaygın bir ölçüde ilgi kaynağı olmuştu.Doktorlar denemelerini, tedavilerini bu guruptan ilaçlar üzerine temellendirmişlerdi. Böylece 1939 yılı gelip çattı,Profesör H. W. Florey ve Doktor E.B. Chain adında iki İngiliz bilim ada mı, Flemingln penisilinlyle yakından ilgilendiler. Penisilin'in sülfamiduler gurubundaki ilaçlardan daha etkili olduğunu ispatladılar. 1941 yılında, Dr. Florey penisilini insan kanına enjekte etmeğe karar verdi.İlk deneme ölümün eşiğindeki bir polis memuru üzerinde yapıldı. Beş gün devamlı olarak penisilin iğnesi yapıldı. Belirli bir sürenin sonunda ateş normale dönmüştü. Hasta polis memuru doğrulup oturabiliyor, iştahla yemek yiyordu.

1944 yılında, Aleksandr Fleming ve Dr.Florey İngiltere Kralı tarafından "Şövalye" lik unvanıyla onurlandırıldılar l945'de,Dr. Chain de onlara katıldı ve Nobel Armağanı'nı aldılar. Uzun ve zorlu çalışmalar boşa gitmemişti.

Allerji Nedir?

İnsanların yüzde 10'nun,allerjik bir bünyeye sahip olduğu düşünülecek olursa, allerji'nin ne büyük bir dert olduğu kolayca ortaya çıkar.

Tıb'da allerji normal insanlar için zararsız olan değişik maddelere karşı,bazı kimselerin gösterdiği aşırı duyarlılık olarak tanımlanır.

Allerjiye sebep olan maddeler saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Örneğin: çeşitli yiyecekler,evcil hayvanlar, plastik veya lastik eşyalar, madenler, değişen hava şartları allerjiye, sebep olan şeylerin sadece bir kısmıdır. Hatta duygusal nedenlerin de allerjiye sebep olduğu bir gerçektir.

Allerji kalıtım yolu ile geçer. Allerjisi olanın, anne veya babasında yoksa bile,dedelerinde allerji olduğu yapılan tetkiklerden anlaşılmıştır.

Her bünyenin allerji duyduğu şey değişiktir. Örneğin: kimi kuştüyüne karşı duyarlıdır,kimi yumurtaya veya balığa.

Allerjiye sebep oları şeylerin çokluğu gibi, allerji çeşitleri de çoktur. Bunlardan en çok rastlananları, saman nezlesi , ekzema,ürtiker,çeşitli deri hastalıkları astım ve migrendir.

Bazı hallerde allerjiye hangi maddenin sebep olduğunu bulmak çok güçtür.

Allerjik bünyeye sahip olanların hangi maddeye karşı aşırı duyarlılık gösterdiklerini,deneylerle bulup o maddeden mümkün olduğu kadar uzak durmaları lazımdır.

Son zamanlarda Allerji için yeni bazı ilaçlar bulunmuştur.Bunlardan en etkili olanları,antihistaminiklerdir. Ancak, antihistaminikler,isersemlik,durgunluk gibi tesirler gösterdiğinden, mutlaka bir doktor kontrolü altında kullanılmalıdır. Allerjilerin en sıkıntı vereni astımdır. Yakın tarihe kadar astıma sebep olan maddenin ne olduğu bilinmiyordu. 1967 yılında astıma (Dermaphagoides pteronyssinus ) adı verilen çok küçük bir böcekle,bu böceğin dışkılarının sebep olduğu ortaya konmuştur. Evlerimizdeki tozların içinde yaşayan ve gözle görülmeyecek kadar küyük olan bu böcekler solunum yolu ile ciğerlere kadar ulaşmakta ve çiçek tozlarının sebep olduğu saman nezlesi gibi, ciğerlerde bir bağışıklık yaratmaktadır.

Freud Kimdir ?

Yahudi asıllı bir ailenin çocuğu olan Sigmund Freud (Fröyd) 1856 yılında Moravya'nın Freiberg şehrinde doğmuştur. Dört yaşındayken,ailesi Çekoslovakya'daki Moravya'dan kalkıp Viyana'ya gelmiş ve orada yerleşmiştir. 1881 yılında Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitiren Fröyd, sinir hastalıkları üzerinde bir yıl staj yapmak için 1885'de Paris' e çağrıldı. Orada Dr. Martın Charcot (Şarko) ile beraber Özellikle isteri konusunda çalıştılar. Doktor Charcot,isteriye tutulmuş bir kızı hipnotize ederek konuşturmuş,daha önce başından geçenleri hiç bir şey saklamaksızın,tüm ayrıntılarıyla anlatmasını sağlamıştı. Böylece,isteriye sebep olan şeyi ortaya çıkarmıştı. Fröyd, Charcot'nun bu değişik tedavi yöntemiyle çok ilgilendi. İki doktor, çalışmalarını bu doğrultuda yoğunlaştırdılar. Bu işbirliğiyle,bir bakıma psikanaliz yöntemiyle tedavinin temeli atılmış oluyordu.

Daha sonra Paris'ten Viyana'ya dönen Fröyd, psikanaliz üzerindeki çalışmalarını sürdürdü. 1909 yılında gittiği Amerika'da bu konuya ilişkin konferanslar verdi. 1938'de naziler Avusturya'yı işgal ettikleri zaman,yahudi düşmanlığı nedeniyle Fröyd'ün kitaplarını da yaktılar. Onun kuramları üzerinde konuşmak,tartışmak yasaklandı. Binbir güçlükle Avusturya' dan ayrılan Fröyd İngiltere'ye geçti. Sağlık durumu zaten iyi değildi. Bir yıl sonra Londra'da öldü. Kızı Anna Fröyd babasının çalışmalarını devam ettirmiş ve ünlü bir psikanaliz uzmanı olmuştur. Öğrencilerinden Dr. Jung da psikanaliz alanında ün yapmış büyük bir değerdir.

Fröyd'ün çalışmalarıyla şekillenen temel kuram, insan beyninin faaliyetinin ikiye ayrıldığına dayanır: 1-Bilinç, 2 -Bilinçaltı.

Bilinç,insanın başından geçenleri,deneyleri o anda alımlaması ve sonradan hatırlamasıdır. Bilinçaltı ise bundan farklıdır. İnsan bazı olayları hatırlamaz. Bunların etkileri, tortular halinde bilinçaltında birikir. Böyle şeyleri o kimseye hatırlatmak için özel yöntemler uygulanması gerekir. Sözgelimi küçükken elini ateşte yakmış bir kimseyi düşünelim. Aradan geçen zamanla bunu unutmuştur ama, olayın etkisi bilinçaltına yerleşmiştir. Büyüdüğünde de kendi kendine belirli bir sebep açıklayamaksızın ateşten korkar, ateş gördüğü yerden kaçacağı gelir. Bunun açığa çıkarılması için,psikanaliz yönteminin uygulanması, bilinç altındaki şeyin deşilmesi gerekir.

Fröyd'e göre, bilinç ve bilinçaltı insanda henüz çocukluk devresindeyken oluşmağa başlar. Çocukluğun ilk çağlarında olup bitenler, yaşananlar, bilinçaltına yerleşen etkileri dolayısıyla, kişiliğin oluşmasında büyük rol oynar.Fröyd rüyalar üzerinde de çalışmalar yapmış,bu konuya derinlemesine eğilmiştir. Ona göre,her rüya bilinçaltına yerleşmiş bir isteğin,bir tutkunun,bir saplantının ifadesidir.

(Rüyaların Yorumu) adını taşıyan eseri,binden fazla rüyayı dinledikten sonra kaleme alınmıştır.Gerçekte Fröyd'ün bütün çalışma ürünleri deneylere dayanmaktadır. Ünlü psikanaliz bilgininin en çok eleştirilen yönü,"Libido"adını verdiği kuramla,insanda, doğduğu andan öteye her türlü davranışın cinsel duygular üzerine temellendiğini ileriye sürmesidir. Fröyd,çocukta cinsel duyguların erginlik (buluğ) çağıyla değil, daha bebekken başladığını ortaya atmıştır. Erkek çocukların anneye,kız çocukların babaya daha çok düşkün olmaları da ona göre bu iddiayı ve kuramı pekiştirmektedir.

Fröyd'ün ilk eseri 1900 yılında yayınlanan (Rüyaların Yorumu) dur. Sonradan hepsi bilim dünyasında büyük tepkiler yaratan, ateşli ve yoğun tartışmalara yol açan (Totem ve Tabu), (Ben ve O), (Musa ve Tektanrılık) gibi önemli eserler kaleme almıştır. Fröyd'ün özellikle libido kuramı,erkek çocuğun anneye karşı gizli duygularını dile getiren Oidipus kompleksi ve kız çocuğun babayla ilişkileri konusundaki Elektra kompleksi açıklamaları, tutucu çevrelerde şiddetle eleştirilmesine,hatta adının anılmamasına yol açmıştır. Modern edebiyatta ve diğer sanat dallarında, Fröyd'ün kuramları büyük etkiler yaratmıştır. Joyce, Lawrence, hatta Hemingway gibi romancılar, O'Neil, Pirandello,Strindberg, vs. gibi tiyatro yazarları büyük ölçüde onun etkisi altında kalmışlardır.

Hormon Nedir?

Vücudun bazı organları tarafından çıkarılan ve kan tarafından diğer bölgelere taşınıp ,etkilerini gösteren hayati önemdeki kimyevi maddelere hormon adı verilir.

Hormonla vücuttaki çeşitli bezlerden salgı yolu ile çıkarak kana karışır. Çoğalma, büyüme, metabolizma gibi çok önemli vücut faaliyetlerini düzenlerler. Bir hormonun kanda gerekenden az veya fazla oluşu,çok ciddi hastalıklara sebep olabilir. Ayrıca,hormonların pek çoğunun, birbiri ile de çok yakından ilgisi vardır. Birbirini etkileyen hormonların gerektiğinde vücutta bir denge sağladığı da bilinmektedir.

Tıbbın ilerlemesi ile gerektiğinde vücuda dışardan hormon verilmesi olanağı sağlanmış,böylece de hormon eksikliginden meydana gelen pek çok hastalığın tedavisi mümkün olmuştur.

Vücudumuzdaki hormonların halk tarafından en çok tanınanı hiç şüphe yokturki,"Ensülin"dir. Pankreastaki"Langar-hans adaları" diye isimlendirilen küçük bezler tarafından salgılanan Ensülin, vücudun karbonhidrat metabolizmasını düzenler.

En önemli hormonlardan biri de, böbrek üstü bezlerinin salgıladığı "Adrenalin"dir. Bu hormon, vücudun fazla güce ihtiyacı olunca artar. Adrenalin, kanın akışını yavaşlatıp, kalbi kuvvetlendirme özelliğine sahip bir hormondur. Bugün, bu hormon da, vücuda dışardan verilebilmektedir. Kalp krizlerinde, astımda ve ani kanamalarda vücuda Adrenalin hormonu zerkedilerek hastalar tedavi edilebilmektedir.

Vücuttaki hormon salgılayan bezlerin en önemlisi, yaklaşık olarak on çeşit hormon salgılayan Hipofiz (Pitüit)bezidir. Beyinde bulunan bu bezin vücudun ihtiyacına göre salgıladığı hormonlar arasında, büyümeyi kontrol eden, cinsiyet bezlerinin çalışmasını düzenleyen, vücuttaki ensülin oranını sabit tutan,böbrek üstü bezlerinin salgılarını ayarlayan hep bu hipofiz bezinin salgıladığı çeşitli hormonlardır.

Vücuttaki hormon dengesizliği yukarda da belirttiğimiz gibi bir çok önemli hastalıkların temelini teşkil etmektedir.Modern tıbda hormonlar ve hormon tedavisi önemli bir yer işgal etmektedir.

Protein Nedir?

Dünyadaki bütün canlı organizmalar çeşitli kimyasal maddelerden meydana gelmiştir. Özellikle karbon bileşiklerinden üç gurup, tüm canlıların varlıkları ve hayatlarını devam ettirmeleri bakımından büyük rol oynar. Bu karbon bileşikleri gurupları:

1- Karbonhidratlar

2- Yağlar

3- Proteinler

olarak sıralanırlar. Biz burada bu üç guruptan "protein" leri ele alacağız. Proteinler içlerinde pek az eleman olmasına rağmen tabiattaki en karmaşık maddelerden biridir. Karbon, hidrojen, oksijen ve azottan meydana gelen proteinler, bazı hallerde fosfor ve kükürtlü elemanları da ihtiva ederler. Proteinlerin yukarda değindiğimiz gibi karmaşık bir madde olmasının nedeni,bir protein molekülünde çok sayıda atom bulunmasıdır. Üstelik bunların birleşmeleri ve dizilişleri de çok farklıdır. Öyle ki,moleküllerindeki atomların birleşme ve dizilişleri farklı olan protein türleri sayılamayacak kadar çoktur. Her canlı türünün, kendine has ve başka canlı türünde bulunmayan bazı proteinleri vardır.

Protein,yumurta, süt, et, balık, kümes hayvanlarının eti, buğday,pirinç,bezelye,fasulye gibi besinlerde bulunur. Proteinler, büyümemizi, gelişmemizi, yaraların kendiliğinden kapanmasını sağlar. Başka türlü söylemek gerekirse ,hücrelerin çoğalmasında büyük etkendir. Protein yokluğu, daha doğrusu noksanlığı, canlılarda adale erimesine, ödem vs. hastalıklara zemin hazırlar. Tabiattaki proteinli maddeler,yumurta akı,kesilmiş süt,buğday glüteni,etteki kas lifleri gibi örneklerle belirtilebilir.

Proteinlerin önemi, su ile birlikte bütün canlıların esas maddesi, hayatın temel ilkesi olan protoplazmayı meydana getirmesinden ötürüdür. Ayrıca, bütün hücre çekirdeklerinde taşınan kalıtım maddesini de teşkil ederler. Hayatın en lüzumlu maddesi olan enzimler,temelde proteinden başka bir şey değildir. Proteinler üç önemli guruba ayrılır:

1- Basit proteinler (albüminler)

2- Bileşik proteinler (kromozom çekirdeğindeki proteinler gibi)

3- Türev proteinler

Proteinlerin ilkel maddeleri, kimya diliyle "amino asitler" diye tanımlanan bir sınıf organik bileşiklerdir. Protein moleküllerinin yapısını ilk olarak bilimsel bir şekilde aydınlatan kimse ünlü Alman adamı Emil Ficher'dir.

Proteinler hem asitlerle hem de bazlarla tuz meydana getirirler.Örneğin sütteki kazein, "kalsiyum tuzu" halindedir.Proteinlerin hiçbiri damıtılamaz. Yumurta akı diye bilinen albümin,soğuk suda kendiliğinden çözülür. Sütte, kan serumunda da aynı durum sözkonusudur. Kan serumunda, albüminin yanında bir başka protein daha çözülmüştür ki, buna "globalin" denir. Kemiğin, kıkırdağın organik maddesi olan "kollagen-kollajen" kaynar suda çözülür. Daha önce arıtılmış kollagenden elde edilen çözelti "jelatin" diye isimlendirilir.

Leyser Işığı Nedir?

Uzak geleceğe, bilimsel konulara ilişkin eserleriyle ünlü İngiliz yazarı H. G. Wells, 20. yüzyıl başlarında yazdığı, sonradan filme alınan, Orson Welles tarafından radyofonik piyes haline getirilip dinleyenlerin paniğe kapılmalarına sebep olan "Gezegenler Arası Savaş" adındaki romanında, Merihliler'in korkunç bir "ölüm ışını kılıcı" na sahip olduklarını belirtmişti. Çok uzak mesafelerden etkili olan bu ölüm ışını, kurşunu alev gibi eritiyor,değdiği bütün cisimleri bir alev dalgası haline getiriyor, insanları yok ediyor, en kalın, en koruyucu çelik levhaları delip geçiyordu.

1958 yılında bulunup sınırlı ve ölçülü uygulamaları yapılan "Leyser ışığı",bir bakıma Wells'in hayal ettiği "ölüm ışını" nın gerçekleşmesi anlamına gelir. Kısa ve basit bir şekilde tanımlamak gerekirse, Leyser ışığı çok güçlü,aynı ölçüde arı (saf-katışıksız ) ve güneşin yüzeyindeki ısıdan milyonlarca kat daha yüksek ısıda bir ışıktır. Leyser ışığı konusunda ilk kitap,1958 yılında,Dr. Charles H. Hownes adında bir bilim adamı tarafından yayınlanmıştır. 1960 yılında ise,Dr. Theodore H. Maiman adındaki başka bir bilim adamı, ilk Leyser ışınını elde etti. LEYSER deyimi, "radyasyon yayılımını çoğaltma yoluyla ışığı kuvvetlendirme" anlamına İngilizce kelimelerin ilk harflerinden oluşmuştur.

Leyser ışığını meydana getiren cihaz,5-6 santim uzunluğunda, silindirik, yapay veya tabii bir yakut parçasıyla,elektrik enerjisini kuvvetlendirici kondansatörlerden meydana gelir. Silindirik yapıda yakut parçasının iki ucu iç tarafa doğru ayna gibi sırlıdır. Fakat uçlardan biri tam sırlı, öteki yan saydamdır. Bu uçta, otomatik çalışan bazı makinelerin para deliği gibi bir yarık vardır.

Bir elmas parçası,ucu elmas tozu ve zeytinyağı kaplı çelik matkaplarla 2 günde delinebilir. Buna karşılık,leyser ışığı aynı elması daha düzgün ve ince bir şekilde biranda delmektedir.

Leyser öldürücü,yokedici olduğu ölçüde yararlıdır da.Körlük yapan belirli bazı hastalıkların tedavisinde başarıyla uygulanır. Beyin tümörlerinin ameliyatlarında, deri kanserlerinin tedavisinde de Leyser ışığından yararlanılır. Leyser ışığının en büyük özelliği,normal ışık gibi ortama dağılmadan,dümdüz bir çizgi doğrultusunda gitmesidir.

Leyser ışığının dalgaları,radyo dalgalarından milyonlarca kez daha fazla titreşim yaparlar. Dolayısıyla bir Leyser ışını demeti,bütün dünyanın radyo, tele vizyon ve telefon yayınlarını aynı anda taşıyabilir. Gene aynı ışın demeti saniyenin 4/1 inden az bir zamanda,30. 000 sayfalık, 24 ciltlik bir ansiklopedinin kapsadığı bütün bilgiyi karşı tarafa iletebilir.

Bu niteliği sayesinde, Leyser gelecekte telekomünikasyon (haberleşme)alanında çok yaygın bir şekilde ve başarıyla kullanılacaktır

Ülser Ve Gastrit Nedir?

Sindirim işinde en büyük görevi yüklenmiş olan mide, karnın üst kısmında ve ortada bulunur. Şekil bakımından arkaya yatık bir (J) harfine benzer. Üst ucundan yemek borusuna, alt taraftan da oniki parmak barsağına bağlıdır.

Sindirim esnasında asit salgılar. Mide yapı bakımından hassas bir organımızdır. Aldığımız düzensiz gıdalar, sinir sistemi bozuklukları ve fazla içki mide'de, ülser, gastirit ve mide düşüklüğü gibi hastalıklara sebep olur.

Mide düşüklüğü genellikle çok fazla yemek yiyenlerde görülen bir hastalıktır. Gereğinden fazla doldurulan Mide, karındaki dokuların gevşemesine, mide kasları ile dokularının esnekliğini kaybetmesine sebep olur. Bu da midenin belirli yerden aşağı kaymasını (düşmesini) doğurur.

Mide sarktığı zaman,çıkış kapısı gene yerinde kaldığından, alınan gıdaların boşalması çok güçleşir. Bu durumda mide, içindekileri boşaltmak için aşırı kasılmalar yapmak zorunluğunu duyar. Bu aşırı kasılmalar neticesinde, hasta midesinde şiddetli ağrılar hisseder.

Ayrıca, düşük mide, onu komşu organlara bağlayan, kasları da aşağı doğru çekeceğinden şiddetli sancılara sebep olur.

Mide düşüklüğüne zamanında müdahale edilmezse, mide kaslarındaki gevşeme devam ederek mide büyümesine yol açar. Büyüyen mide alınan gıdaları dışarı atmakta güçlük çeker. Bunun neticesinde midede uzun süre kalan gıdalar ekşimeye, kokuya ve şiddetli gaz sancılarına sebep olur.

Fazla içki,sigara,kuvvetli baharatlı yiyecekler çok soğuk veya sıcak içecekler mide zarının (Mukoza) iltihaplanmasına yol açabilir. Mide nezlesi veya tıb dilindeki adı ile "Gastrit " denilen bu hastalık,iştahsızlık, sancı,yanma, mide bulantısı ve kusma şeklinde kendini gösterir. Hastayı devamlı bir tedirginlik ve sinirliliğe sürükler.Zamanında tedavi yoluna gidilmezse, ülser'e dönüşebilir.

Günümüzde en çok görülen hastalıklardan biri de mide ülseridir. Ülser kendini mide ağrıları kusma ve ağır hallerde de mide kanaması şeklinde gösterir.

Daha ziyade,sinir sistemi bozuk kimselerde görülen bir hastalıktır. Bunun aksini de söylemek mümkündür. Genellikle, bütün ülserlilerde aşırı sinirlilik görülür.

Ülser, mide zarı mukoz dediğimiz, mideyi kaplayan sümüksü dokunun, herhangi bir noktasının zedelenmesi neticesinde, bir asit olan mide salgısının orada bir yara meydana getirmesidir. Genellikle başlangıçta yüzeyde bulunan yara,mide asidinin etkisi ile derinlere kadar iner, hatta bütün dokuları geçerek mideyi deldiği de olur. Mide ülserinin çapı genellikle 5-25 milimetre, derinliği ise 6-20 milimetre kadardır.

İlerlemiş mide ülseri, zaman zaman mide kanamasına sebep olur. Kanama kusma ile birlikte başlar.Kan mideden hemen dışarı atılmışsa rengi kırmızıdır. Şayet bir müddet midede kalmışsa rengi, mide salgısının etkisi ile kahverengi olur.Kanama her zaman ağızdan olmaz. Dışkı ile de çıktığı görülür. Bu durumda dışkının rengi kömür gibi siyah olur.

Başlangıçta kanamalar dikkate alınıp tedavi yoluna gidilmezse hayatı tehtit eden duruma dönüşebilir. Şiddetli kanamalarda hasta kendini kaybeder. Bu durumda derhal hastaneye kaldırılmazsa hastanın hayatı tehlikeye girer.

Gerek gastirit'de, gerekse ülserin ilk dönemlerinde hastaya mide asidini belirli bir seviyede tutacak ilaçlar verilir. Böylece asidin yara üzerindeki etkisi azaltılır. Bugün uygulanan yöntemlerle gastirit ve ülserin tedavisi mümkün olmaktadır. Gecikilmiş vakalarda ise en kesin yol ameliyattır,

Beyin Kanaması Nedir ?

Beyindeki damarlardan birinin veya birkaçının çatlaması neticesinde kanın beyine akmasına, beyin kanaması denir.

Genellikle,damarların esnekliğini kaybedip sertleşmesi, yüksek tansiyon veya düşme, çarpma neticesinde meydana gelir.

Şeker, Frengi gibi hastalıklarla düzensiz beslenme, fazla sigara ve içki genellikle damarların bozulmasına yol açan etkenlerdir. Vurma,düşme dışındaki beyin kanamaları, daha çok elli yaşını aşmış olanlarda görülür.

Beyin kanaması, ani olarak ortaya çıkan bir hastalıktır. Hasta genellikle bir kaç saniye içinde kendini kaybeder, sendeleyerek olduğu yere yıkılır. Sorulan sorulara cevap veremez. Olup bitenden habersiz bir durumdadır. Beyin kanaması geçirenlerin yüzlerinde genellikle anormal bir kırmızılık görülür. Hastalığın teşhisinde yüz kırmızılığı büyük bir rol oynar. Hastanın içinde bulunduğu bu duruma "Beyin Sektesi" ve girdikleri derin uyku durumuna ise "Koma" denir.

Çoğu zaman, beyin kanaması ile birlikte hastanın sağ veya sol tarafına felç iner. Bazen ağız çarpılır,yüzün bir tarafı ve yanakta gevşeme görülür. Gözler kayar.

Kanama bir an devam edip duracak olursa, hasta bu hali muhafaza eder. Kanama devam ederse,kan beyinin boşluklarını doldurmaya başlar. Çok geçmeden ateş yükselir. Bu durum hasta için hayati bir tehlike meydana getirir.Derhal tıbbi müdahalede bulunulmazsa hastanın hayatı tehlikeye girer.

Beyindeki kanama bir noktada kalır ve kısa sürede kesilirse, hasta yavaş yavaş kendine gelir. Komadan kurtulur. Yarım yarımda olsa konuşmaya başlar. Ancak kol ve bacaktaki felç hastanın kendine gelmesi ile geçmez.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi beyin kanaması geçiren hasta, sendeleyerek düşer ve bir kaç saniye içinde komaya girer. Yüzü kırmızı bir renk alır. Bunlar hastalığın teşhisinde büyük rol oynayan noktalardır. Bu durumda bir hasta ile karşılaşıldığında doktor gelinceye kadar yapılması gerekli bazı acil yardımlar vardır. Her şeyden önce hastanın bir müddet için veya ilk tıbbi müdahale yapılıncaya kadar yerinden kıpırdatılmaması gerekir. Bir yerden diğer tarafa taşıma anında durmuş olan kanama yeniden başlayabilir.

Hasta,bulunduğu yerden kaldırılmadan, altına bir şey konacak başı yükseğe kaldırılmalı, kemeri,gravatı çıkarılmalı ve bütün düğmeleri açılmalıdır. İmkan dahilinde ise,başa buz konmalı, yoksa başa soğuk su ile ıslatılmış bir bez tatbik edilmelidir.

Şayet tıbbi müdahale olanakları yoksa,hasta vak'adan en az bir saat sonra yerinden kaldırılmalı ve sağlanabilirse hiç vakit geçirilmeden kalçadan PAPAVERİN iğnesi yapılmalıdır.

En basit bir vak'ada bile hastanın en az 20 gün yataktan kalkmadan istirahat etmesi şarttır.

Beyin kanaması günümüzün yaygın hastalıklarından biri haline gelmiştir. Düzensiz beslenme,kalitesiz yağlar, hızlı yaşantı,fazla içki ve yüksek tansiyonun sebep olduğu böyle bir hastalıkla karşılaşmamak için hiç olmazsa altı ayda bir doktor kontrolünden geçmek şarttır.

Damar sertliği ve aşırı yüksek tansiyon beyin kanamasının ilk habercileridir. Damar sertliği ve aşırı tansiyonu olanların bir doktor gözetiminde sıkı bir rejim yapmaları gerekir:

Bakteriyoloji Nedir ?

Mikropları inceleyen "Mikrobiyoloji" biliminin bir koludur. Bakterilerle uğraşır.

Bilindiği gibi bakteriler,ancak mikroskopla görülebilen ufak ve tek hücreli canlılardır. İlk bulunan bakteriler ince çubuk şeklinde olduğundan bunlara eski Yunancada çubuk anlamına gelen "Bakteria" adı verilmiştir.

Bakteriyoloji ilmi mikroskobun icadından sonra doğmuş bu ilim dalının temelini ise Luis Pasteur atmıştır. 1863 de Davaine'in bakterilerle hastalıklar arasındaki ilişkiyi ispatlaması,bu ilim dalının önemini arttırarak tıbbın en büyük yardımcısı haline getirmiştir.

Bir takım bakteriler,insan yaşamı için son derece gereklidir. Ancak insan sağlığını ve yaşamım tehtit eden zararlı bakteriler bulunduğunu da unutmamak lazımdır.

Morfin Nedir ?

İlk defa 1804 de Alman kimyacısı Sertürner tarafından elde edilen morfin,haşhaştan çıkarılan,beyaz billur halinde bir maddedir.

155 derecede erir, suda ancak yüz yirmide bir oranında çözülür. 1927 ye kadar yapı formülü bilinmeyen morfin'in bugün dahi tam bir sentezi yapılamamaktadır.

Tıbda,bağzı ağır hastalıklarda uyuşturucu olarak kullanılan morfin çok çabuk alışılan bir uyuşturucudur. Bu yüzden uzun süre kullanılması sakıncalıdır.Bu sebepten morfin ve içinde fazla miktarda morfin bulunan ilaçlar eczanelere özel muamelelerle verilir. Eczaneler morfinli ilaçları ancak doktorların sağlık müdürlüklerinden aldıkları özel reçetelerle satabilirler.

Morfin hastaya genellikle, suda erimiş halde ve iğneyle tatbik edilir. Fitil şeklinde makattan verildiği de olur. İlacı alan hastanın ağrıları diner, vücudunda tatlı bir rehavet duyar. Bu arada hayal kurma gücü artar. Adeta yarı sarhoş gibi tatlı bir bulanıklığa gömülür.

Morfine alışanlar devamlı olarak bu yarı sarhoşluk halini ararlar. Bu onlarda vazgeçilmez bir ihtiyaç haline gelir. Zamanla morfinsiz yaşayamaz olurlar. Tıb dilinde morfinoman denen bu gibilerin morfin elde etmek için yapmayacakları şey yoktur. Adam öldürmeye varıncaya kadar kolaylıkla her çareye baş vururlar.

Morfin bünyeyi için için kemiren bir zehirdir.Morfine alışanlar , kısa zamanda zayıflarlar. Yüzleri kirli sarıya çalan bir renk alır. Kalplerinde sıkıntılar, çarpıntılar duymaya başlarlar. Yaptıkları iğneler yüzünden vücutları yer yer çürüyerek iltihaplanır. Esasen bünye bütün direnişini kaybettiğinden hiçbir hastalığa karşı koyacak güçleri kalmaz. Örneğin bunlarda küçük bir soğuk algınlığı kolayca zatüriye'ye çevrilebilir.

Her uyuşturucu maddede olduğu gibi bünye her defasında biraz daha fazla morfin ister.Bu ise bünyeyi büsbütün yıpratır.

Eroinmanlar gibi morfinamanlar da bütün irade güçlerini yitirmiş kişiler olduklarından bu alışkanlıklarından kendi çabaları ile kurtulma olanakları yoktur. Bu gibilerin mutlaka bir hastahaneye yatırılarak tedavi altına alınmaları gerekir .

Tedavi gören pek çok morfinmanın aradan kısa bir süre geçtikten sonra tekrar morfin kullanmaya başladığı görülmüştür.

Morfin, elde edilmesi daha güç olduğundan eroin gibi yaygın değildir. Daha ziyade zengin tabakalara mensup olanlar tarafından kullanılır.

Dilsiz Alfabesi Nedir ?

Doğuştan kulağı duymadığı veya dilindeki bir arıza yüzünden konuşma yeteneği olmayanlara dilsiz diyoruz.

Dilsizliği iki kısma ayırarak inceleyebiliriz:

l- Doğuştan dilsizlik

2- Sonradan olan dilsizlik

Doğuştan olan dilsizliğin çeşitli sebepleri vardır. Yakın akrabalar arasındaki evlenmeleri, kalıtım yolu ile geçen bünyevi arızaları, doğuştan önce bazı organlarda gelişmenin durmasını bunlar arasında sayabiliriz.

Sonradan olan dilsizliklerin başlıca sebepleri arasında ise, kızıl, tifo, tifüs,kuşpalazı, felç ve bazı beyin hastalıklarını sıralayabiliriz.

Dilsizler, konuşma ve anlaşma ihtiyacını bir takım el işaretleri ile giderirler. Bu işaretler onlar için bir konuşma ve anlaşma aracıdır.

İşaretleşme giderek daha belirli bir biçim almış ve neticede bütün dünyada dilsizlerin kullandığı bir "dilsiz alfabesi" meydana gelmiştir.

Dilsizler bu alfabe ile dertlerini sıkıntı çekmeden anlatma olanağını kazanmışlardır.

Bugün dünyanın bütün uygar ülkelerinde dilsizlerin eğitimi için özel okullar açılmıştır. Bu okullarda hem dilsiz alfabesi öğretilmekte,hem de dilsizlerin muhtelif mesleklerde yetişme olınağı sağlanmaktadır.

Dilsizlere öğretimde iki usul uygulanır: İşaret ve ses usulü. İşaret usulünce "dilsiz alfabesi", ses usulünde ise, konuşurken dudakların hareketine dikkat edilerek bunların taklit edilmesi öğretilir.

Robert Koch Kimdir?

İyi huylu, sessiz ve anlayışlı karısının ev idaresi, mutfak giden için ayırdığı para karşılığında satın aldığı mikroskop, Robert Koch'a bakteriyoloji tarihinde sayılı kimsenin ulaşabileceği başarı yolunun, büyük buluşların kapışım aralamıştır.

1843 yılının 11 Aralık günü Almanya'da Klausthal'da doğmuş olan Roberi Koeh.Gnuingen Üniversitesinde tıp eğitimi yaptı. Almanyanın muhtelif küçük şehirlerinde, kasabalarında pratisyen doktorluk çalışmalarından sonra Wollsteintle yerleşti. Buradaki yoğun ve titiz çalışmalarının sonucunda 1876 yılında, daha ziyade hayvanlar üzerinde etkin, bazan insanlara da saldıran pür antraks basilini buldu. Hayvanlardan insanlara geçen antraks çokluk çiftçiler, baytarlar ve kasaplarda görülen mikrobik (bulaşıcı) bir hastalıktır.Halk arasında daha yaygın bir deyimle "şarbon" diye bilinir.Robert Koch'un bu buluşunu ve çalışmalarını yayınlaması, ona bilim çevrelerinde gerçek bir ün kazandırmıştı. 1880'de, Berlin'deki İmparatorluk Sağlık Kurulu üyeliğine atandı. Böylece başka çalışma ve araştırmalarını geliştirmek,daha ileri düzeyde olanaklardan yararlanabilmek fırsatını bulmuştu. Bakteriyolojik çalışmalarında ve araştırmalarındaki yeni yöntemler onun tükenmez sabrıyla, sarsılmaz azmiyle birleşince, sonucun başarıyla noktalanması doğal bir şeydi.Nitekim böyle oldu. 1882 yılında,bilimsel araştırmalar alanındaki büyük bir buluşu gerçekleştirmiş,tüberküloz basilini tecrit etmeyi başarmıştı. 1883'de, Alman Hükümeti tarafından seçkin bir gurup bilim adamının başına atanarak, Hindistan ve Mısır'da kolera hastalığı konusunda araştırmalarla görevlendirildi.

1896 ile 1906 yılları arasında birkaç kez Afrika'ya gitti. Malarya ve uyku hastalıklarının nedenlerini araştırıyordu.Sonunda bir tür Afrika çeçe sineğinin insanları sokması sonucu uyku hastalığının meydana geldiğini açıkladı.

Başarı ve buluşları karşılığı en yüksek düzeyde bilimsel ödüllerle onurlandırılan Robert Koch, 1905 yılında Nobel'in tıp dalındaki ödülünü de aldı. Nice tıp ve bilim adamlarına kılavuz olan klasik bir eser niteliğindeki "Tüberkülozun Epidemilojisi",ölümünden sadece altı hafta önce Berlin Bilimler Akademisinde okunuyordu.

7 Nisan 1910 tarihinde Baden-Baden'de öldü.

Hipnoz Nedir?

Hypnos’e kelimesini ilk defa İngiliz doktor Braid kullanmıştır. Kendisine bu konuda yunan mitolojisi kaynaklık etmiştir.Yunan mitolojisinde Hypnos kelimesi şu şekilde geçmektedir. ” Yunan mitolojisinin uyku tanrısı ‘HYPNOSE’ Gece’nin Oğlu ve Ölüm ‘ün (Thanatas) kardeşidir. (Resim) Kardeşi ile birlikte Hades’in ölüler diyarında yaşar.Kanatlı bir genç şeklinde tasvir edilen hypnos, yorgun insanların anılarına sihirli değneği ile değmek, karanlık kanatları ile yelpazelemek ya da bir boynuzdan, kişilerin üzerine uyku verici bir madde dökmek suretiyle onlara uyku verir. Thanatos’da kanatlı bir ruh halinde tasvir edildiğinden aynen hypnos’a benzer. Hypnos’un oğullarından biri ise, rüyalar tanrısı “Morheus” dur.

Hypnos’un tanrılar üzerinde dahi etkisi vardır. Homer’e göre Hypnos , Herav’ın ricası üzerine bir gece kuş şekline bürünerek, Zeus’u ida dağı üzerinde uyutmuştur.

Dr. Kriton Dinçmen tarafından yazılan “Psykhiatria ve Mythos” isimli eserinde ise Hypnos şu şekilde tanımlanmaktadır: “Uyku ilahıdır Hypnos. Ölüm ilahı olan Thanatos ile beraber gece-Nyx’ ten babasız olarak doğmuştur.

İnsanların ve genellikle tüm yaratıkların fizyolojik işlevlerinin ayarlanmasında esas rolü oynayan “Cyrcadian Cyclus-24 saat tanzimi ” hadisesinde, uyku hypnos olayının temelini oluşturur. Fahrettin Kerim Hocanın “Uyku sinir sisteminin mimarı ve mimarıdır.” sözü galiba bu konuda dünya tıp literatüründe söylenmiş en manalı ifadedir.

Ana tanrıçalardan Hera, Çanakkale yöresindeki İda Dağında Zeus ile sevişmek ister.Galiba Zeus Hera’ya pek yüz vermemiş olacak ki, Hera, Hypnos’dan hatta ona cilveli Kharit’lerden birini peşkeş çekeceğine de söz verir- gelip Zeus’u uyutmasını rica eder. Zeus’da, yarı uykuda iken o sersemlik hali içinde “He” der.(Dinçmen)

Hypnos’un sözlüklerdeki anlamları da şu şekilde geçmektedir.

Hyp-no-sis / isim (çoğulu-ses) Bir şahıs tarafından diğer bir şahsın hareketlerini kontrol edebilir şekilde derin uykuya benzer bir duruma sokulması halidir.(Hornby)

Hypnos: Yunan mitolojisinde uyku tanrısı. Erebas ile Nyx’in (gece) oğlu, Thanatos ile birlikte, Memnon’u, Sarpedon’u veya destan kahramanlarını mezara yerleştirirken görür; Bazen ciddi ve tatlı, şakak ve omuzlarında kanatları olan bir delikanlıdır. (Helenistik bir heykel, Hypnosu uyutucu bir sıvıyı bir boynuzdan boşaltırken gösterir.) (Madrid Müzesi)

Hipnoz: İ. Fr. Hypnose Yun.

1. Psik: Sözle, bakışla telkin yapılarak meydana getirilen bir çeşit uyku hali . Bu halde uyuyan kimse (denek) uyutanın etki ve telkinlerine açık, fakat dış dünyanın başka etkilerine karşı kapalıdır. (Osmanlıcası Nevm-i Sınai; İngilizcesi Hypnosis)

2. Tıp: Mekanik, fiziksel veya ruhsal yollarla yahut kimyasal maddelerle sağlanan suni uyku. (Kimyasal maddelerle yapılan hypnosa genellikle narkoz adı verilir.)

Eşanlamlı : İpnoz.(Tuğlacı)

Hipnoz yanlış inanç, mistisizm ve ihmal tarafından sıklıkla gölgelenen ve tahrip edilen büyüleyici bir konudur. Eğlence ve zevk için yapılan hipnozun; hipnoterapiyle olan ilgisi, astroloji ya da astronomiyle olan ilgisinden daha fazla değildir. Hipnoz kelimesi pek çok kişinin aklına modası geçmiş önyargılar, tabular ve yanlış inanışlar getirir. Bazı hekimler özellikle az tecrübeli ya da tecrübesiz olanlar bunu hemen ayıplarlar.

Hipnoz çok eski bir sanattır, ilk defa Hıristiyanlığın ortaya çıkışından evvelki zamanlarda büyücülük, din ve tıp bir arada uygulanıyorken kullanılmıştır. Hipnozun bazı teorik yönleri hala tartışmalıdır ve izah edilememiştir. Ancak hipnoz tıpta bu durumda olan tek konu değildir.

Hipnoterapi, psikoterapiye yön ve hız veren etkili bir multifonksiyonel tekniktir. Geçen yirmi yıl içerisinde hipnozun tıpta kıymetli bir tedavi yöntemi olduğu görüşü oldukça taraftar toplamıştır.

Hipnoza karşı batıl inançlarla ve kuşkuyla bakılan çağ, terapotik (tedavi) kıymetinin anlaşılmasıyla ortadan kalkıyor.

Bazı akıllıca seçilmiş vakalarda, başka hiçbir tedavi formu hipnoz gibi hızlı ve yararlı sonuçlar vermez.

Hem sadece destekleyici ya da şikayetlerin giderilmesi (semptomatik) amaçla, hem de hastalık sebepleri olan (etiyolojik faktör olan) bilinçaltı güdülerinin ve sorunlarının ortaya çıkarılması amacıyla kullanılan psikoterapide hipnoz, hekime hızlı ve etkili sonuçlar elde etmede çok kıymetli fayda sağlar.

Uzun bir süreden beri psikoterapistler zihinle vücudun ayrı olmadığını söylüyorlar. Hem sıhhatteyken hem de hastayken akıl ve vücut tek bir ünitedir. Herhangi bir bedensel (somatik) hastalığı pür somatik ya da herhangi bir psişik durumu tamamen psişik kabul etmek hatalıdır.

Akıl ve vücut öylesine iç içe ilişkili ünitelerdir ki, emosyonel bir refleks reaksiyon olmaksızın psişik bir değişiklik olmaz, bunun tersi, vücudu etkilemeden hiçbir psişik değişme meydana gelemez. Bundan dolayı organik ve fonksiyonel hastalıklar önemli ölçüde birbirinin üstüne biner.

Bu yazı felsefe.gen.tr‘den alınmıştır.

Cryokinezi Nedir?

Cryokinezi, zihin gücüyle soğukluğu kontrol etme yeteneğidir. Doğru bildiğimiz bir yanlış da, cryokinetiklerin sadece buz oluşturmasıdır. Halbuki onlar soğukluğu kontrol edebildiklerinden gazı soğutarak sıvı hale getirebilirler. Soğutma işlemi, ortamdaki moleküllerin hızının azaltılmasıyla gerçekleşir. Moleküllerin hızı arttıkça ortam daha sıcak olurken, aksi durumda daha soğuk olur.

Cryokinetiklerin daima akıllarında tutmaları gereken şey maddenin hal değişimi evreleridir. Katı-Sıvı-Gaz

Cryokinezi tekniklerini uygulamaya başlamadan önce bu işin ne denli tehlikeli olabileceğini aklınıza iyice yerleştirin. Kontrol edilemeyen yetenekler kronik hatta ölümcül hastalıklara bile yol açabilir. Kontrol algılamayla başlar!!!

Cryokinezi çalışmaları başlangıç olarak aşağıda verilmiştir.

1. Aşama

Soğumanın moleküllerin hızının azalarak oluştuğunu aklınızdan çıkarmayın. Yaptığınız imajinasyonlarda bunu kullanın. Birinci aşama olarak vücut ısınızı kullanacaksınız. Elinize bir termometre alın ve vücut ısınızın düşerek, soğukluğun parmak uçlarınızdan termometreye aktığını hissedin. Bu alıştırmayı sık sık yapın ve çalışmalarınız not edin.

2. Aşama

Eğer birinci aşamada başarılı olduysanız daha zor olan bu aşamaya geçebilirsiniz. Şimdi boş bir odaya geçin. Odada rüzgar oluşturacak her şeyi kapatın. Termometreyi yakınızda bir yere koyun ve odadaki hava moleküllerini hızının azalarak soğumaya başladığını hayal edin. Bunu bütün benliğinizle isteyin. 20 dakika bu alıştırmayı yaptıktan sonra havanın ne kadar soğuduğuna bakın. Isıyı daha aşağılara çekene kadar bunu yapın.

Bütün kinetik yeteneklerde olduğu gibi cryokinezinin de gelişebilmesi, yeteneklerin daha iyi su yüzüne çıkabilmesi için dikkat edilmesi gereken bir takım şeyler vardır. Bunlar: ruh dinginliği, düzenli uyku, dengeli beslenme, yani fiziksel bedenin sağlıklı olması.

Kolay gelsin.

Yazar : Ali KOÇ

Bu yazı psisik.com‘dan alınmıştır.

Romatizma nedir?

Mikrobik tabiatta bir hastalık. Vücudun, A grubu hemolitik streptokoklar tarafından bulaşması ile ilgilidir. Ateşli ve toksit durumlar, mafsallarda ve kalpte bir çok dağınık enfeksiyon odalarında ve kalpte bir çok dağınık enfeksiyon odalarının yer alması ile özellik gösterir, Genel olarak ılıman iklim bölgelerinde görülür. Rutubetli bölgeler, hastalığın gelişmesine yol açar. Hastalığın belirtileri arasında ateş toksemi ve gezici mafsal ağrıları vardır. Bu ağrılar, ağrı dindirici ilaçlarla, çoğu zaman, gezici bir süre için kalmaz. Romatizma, çeşitli klinik tipler gösterdiği ve başka başka organlarda yer ettiği için devamlı hekim kontrolü altında tedavisi gerekli hastalıklardandır.

Muska nedir?

Bazı hastalıkları ya da başka sıkıntıları giderdiğine inanılarak taşınan, suda ezilip suyu içilen, tütsüsü yapılan bir çeşit yazılı ve sarılı kağıt. Üstte taşman muska, muşambaya sarıldıktan sonra bez ya da teneke ile kaplanır. Üç köşe şeklinde olanları olduğu gibi, ince uzun olanları da vardır.

Romatizma nedir?

Mikrobik tabiatta bir hastalık. Vücudun, A grubu hemolitik streptokoklar tarafından bulaşması ile ilgilidir. Ateşli ve toksit durumlar, mafsallarda ve kalpte bir çok dağınık enfeksiyon odalarında ve kalpte bir çok dağınık enfeksiyon odalarının yer alması ile özellik gösterir, Genel olarak ılıman iklim bölgelerinde görülür. Rutubetli bölgeler, hastalığın gelişmesine yol açar.

Hastalığın belirtileri arasında ateş toksemi ve gezici mafsal ağrıları vardır. Bu ağrılar, ağrı dindirici ilaçlarla, çoğu zaman, gezici bir süre için kalmaz.

Romatizma, çeşitli klinik tipler gösterdiği ve başka başka organlarda yer ettiği için devamlı hekim kontrolü altında tedavisi gerekli hastalıklardandır.

Tansiyon nedir?

Dolaşım sisteminde, kanın damarlara yaptığı basınca verilen ad. Başka bir deyimle, buna Kan basıncı adı da verilir. Kan, dolaşım sistemindeki damarlarda dolaşırken bir baskı altındadır. Bu baskı kalp kuvveti damarlar içindeki kan miktarı ve kanın yapışkanlığına gösterir. Tansiyonda, bir en yüksek, bir en düşük, bir de orta basınç vardır. En yüksek tansiyon, kalbin damarlara kanı gönderdiği anda (sistol), en düşük tansiyon da kalbin gevşemesi anında (diastol) meydana gelen tansiyondur. Orta basınçlı tansiyon ise, bu iki kutup tansiyon toplamının yarısına eşittir.

Normalde, en yüksek kan basıncı 120 - 130 milimetre civa sütununa denktir.(Pratikte buna 12 - 13 adı verilir). Yine normalde düşük basınç 75 - 80 milimetre cıva sütunu basıncına, orta basınç da 100 milimetre cıva sütunu basıncına denktir. Bütün bu rakamlar, özel tansiyon aletleri ile her zaman için doğrulanabilir.

Normalde olan bu tansiyon oranlarının değişik bulunduğu haller vardır. Çeşitli hastalıklarla ve hastalık belirtileri ile meydana gelen durumlarda, yüksek tansiyon (hipertansiyon) ve alçak tansiyon (hipotansiyon) dan söz edilir. Hipertansiyonda en yüksek kan basıncı 120 - 130 milimetre cıva basıncının çok üstünde bulunur. Hipotansiyonda ise bu rakam 120 - 130 milimetre cıva basıncının altındadır.

Tetanoz nedir?

Bulaşıcı bir hastalık. Etmeni, çoklukta toprakta, tozda, yerlerde, at gübrelerinin bulunduğu gübreliklerde yaşar. El ya da ayaklarda bulunan herhangi bir kesik yerinden vücuda giren mikrop, aradan bir ay geçtikten sonra, etkilerini göstermeğe başlar. Hastada halsizlik ve titreme görülür. Çok geçmeden hastanın vücudu kaskatı bir durum alır. Tetanoz hastalığı, çoklukla ölümle sonuçlanan tehlikeli hastalıklardan biridir.

Korunmak, mikrobun bulunduğu yerlerde yara almamak ya da yaralı olan yerlere, bu pis yerlerdeki mikropların bulaşmaması şartlarını yerine getirmekle olur. Her hangi bir şüphe karşısında, tetanoz serumu yaptırmak gereklidir.

Tifo nedir?

Bulaşıcı hastalıklardan biri. Tifo mikrobu aracılığı ile bulaşır. Mikrop alındıktan iki hafta sonra hastada iştahsızlık, baş ağrısı, ateş ve kırıklık başlar. Ateş gün geçtikçe çoğalır. Bu fazla ateş devresi 15 - 20 gün sürer. Bundan sonra ateş yavaş, yavaş düşer ve hasta iyi olmağa başlar.

Tifo mikrobu, özellikle içilen suların pis olması, yiyeceklerin temiz olmaması sonucu insan vücuduna girer. Yerleştiği yerler de, insanların ince barsaklarıdır Buralarda, çeşitli devirler halinde derin yaralar meydana getirirler. En büyük tehlikelerinden birisi, yara sonucu ine barsağın delinebilmesidir.

Tifodan korunmak için, içilen suların, yenen çeşitli yiyeceklerin, özellikle sebzelerin temiz olmasına dikkat etmek lazımdır. Salgın olan yerlerde, kesin olarak aşı yaptırmak gereklidir. Hastalık belirtileri başlayınca da, mutlaka hekime başvurmalıdır.

Mazhar Osman Uzman (1884 - 1952)

Sinir ve akıl hastalıklarındaki ihtisası ile ünlü Türk hekimi. Sofuda doğmuştur. Öğrenimini Askeri Tıbbiyede tamamlamış, sinir hastalıkları ihtisası yaparak, bu kolda fakültede dersler vermiştir. Balkan Savaşında hekimlik yaptıktan sonra çeşitli hastanelerde çalışmış, 1927 yılında Toptaşı akıl hastanesini Bakırköye naklettirerek buranın başına geçmiştir.1932 Üniversite devriminden sonra ruh hastalıkları ordinaryüs profesörü olmuştur. Sinir ve akıl hastalıkları üzerinde pek çok eseri vardır.

Veba nedir?

Çok eski zamanlardan beri bilinen, büyük salgınlara yol açan ve milyonlarca insanın ölmesine sebep olan korkunç hastalıklardan biri. Pireler ve fareler aracılığı ile yayılan bir hastalıktır. Yersin basili aracılığı ile bulaşır. Bulaşıcı ateşli ve öldürücü bir hastalıktır.

Verem nedir?

Eskiden beri bilinen insan toplulukları arasında derin çöküntüler meydana getiren önemli toplumsal hastalıklardan biri. Yabancı adı olan Tüberküloz adı ile de bilinir. Robert Koch tarafından keşfedilmiş olan (1882) verem basili aracılığı ile meydana gelen bir hastalıktır.

Verem basili çok küçük ve hareketsizdir. (2-3 mikron). Asit ve bazlara, soğuk ve sıcağa, kuru ve nemli havaya direnci fazladır. Buna karşılık bol ışığa ve fazla sıcaklığa dayanamaz. Güneş ışığında beş saatte yok olur. Kaynayan suda hemen ölür.

Verem hastalığı çeşitli yollarla insandan insana bulaşır. Veremli hastaların öksürük ve aksırıkları ile çevreye yayılan tükürük damlacıkları verem mikrobu ile bulaşmış her hangi bir şeyle temas verem mikrobu bulunan çeşitli yiyeceklerin yenmesiyle (solunum ve barsak yolları) verem hastalığına yakalanmak imkanı sağlanmış olur.

Verem hastalığı, çeşitli yollarla insan vücuduna girer ve bir yerde bir odak kurarak yerleşir ve zamanla, lenfa bezlerinde bir odak kurma yolunu bulur. Vücudun direnci fazla ise, herhangi bir hastalık belirtisi meydana getirme imkanım bulamaz, verem mikrobuna bürünmüş olan kimse, hastalığa yakalanmaz.

Verem, insan vücudunun her bölümünde çeşitli belirtiler şeklinde hastalık meydana getirir. Mafsallar, kemikler ve çeşitli organlar, verem mikrobunun yerleşip hastalık meydana getirdiği yerlerdir. Fakat, verem hastalığının en sık görüldüğü yer, akciğerlerdir.

Solunum yolu ile verem mikrobunun alınması ile hastalık, hemen meydana çıkmaz. Vücudun dayanaklığına göre, uzun ya da kısa bir süre geçer. Öyle insanlar vardır ki, bütün hayatları boyunca verem mikrobu taşıdıkları halde, verem hastalığı belirtileri göstermezler. Buna sebep, verem mikrobunun gelişebilmesi için belirli zemini bulamamasıdır.

Verem hastalığına yakalanmış olan bir kimse, hastalığın başlangıç devresinde hafif baş ağrısı, mide bozukluğu, iştahsızlık, zayıflamadan şikayet eder. İlerlemiş hallerde kısa ve kuru öksürmeler, vücut kırgınlıkları, yüksek ateş görülür. Daha ilerlemiş hallerde de balgamlı öksürük başlar. Akciğerde meydana gelmiş verem hastalığında, en son belirti ,kan çıkarmaktır.

Verem, çoklukla genç insanlar üzerinde etkisini gösteren bir hastalıktır. 10 - 20 yaş arasında olanlar, en fazla verem hastalığına yakalananlardır.

Verem hastalığı, ilaçla, ameliyatla ve vücudu kuvvetlendirmekle tedavi edilir. Bu tedavilerden her hangi birinin uygulanabilmesi için, erken teşhis edilmesi önemlidir.

Vücudu kuvvetli tutmak, fazla yorgunlukları gerektirecek işlerde çalışmamak, veremli hastalarla teması kontrollü yapmak şeklinde uygulanan şartlar, verem hastalığına yakalanmayı önler.

Ceyhun Atuf Kansu (1919 - ?)

Türk şair ve yazarı, İstanbulda dolmuştur. Ankara Gazi Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Tıp Fakültesinde öğrenimini tamamlamıştır. Ankara Numune hastahanesinde çocuk hastalıkları ihtisası yapmış ve Turhal Şeker Fabrikası kliniğinde vazife alınıştır. Şimdiki görevi Ankaradadır. Çok genç yaşta şiir yazmaya başlamış ve temiz bir Anadolu havasıyla, memleket dertleri ile dolu şiirler yazarak genç neslin en çok şiir yazan şairlerinden biri olmuştur. Aynı zamanda hikaye alanında da çalışmış toplum meseleleri ile ilgili makaleler yazmıştır. Başlıca eserleri şunlardır: Bir Çocuk Bahçesinde,Çocuklar Gemisi, Bağbozumu, Yanık Hava.

Kobert Kooh (1834 - 1910)

Verem ve kolera hastalıklarının etmenlerini keşfeden ünlü Alman hekimi. Hanovreda doğmuştur.Hekim olduktan sonra bakteriyoloji alanında çalışmalarda bulunmuş, 1882 de kendi adı ile de anılan verem basilini keşfetmiştir. Bir kaç yıl sonrada, kolera hastalığının etmenini bulmuştur.

Bu iki hastalığın etmenlerini bulmakla Koch insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuştur. 1905 yılında Nobel Tıp armağanını kazanmıştır.

Kanın basıncı nedir?

Atardamarlardaki kanın hem kalp kuvveti, hem de arterlerde duvarlarının esnekliği ile bu kuvvete karşı koymasından meydana gelen iki tepki arasında kalan bir basıncı vardır. Bu, kanın içinde bulunduğu atardamar duvarına karşıdır. Genç, normal bir insanın en yüksek basıncı 13 (santimetre), en aşağı basıncı 9-7 (santimetre) dir. Bu basınç, damar esnekliği yaş artması ile azalan ihtiyarlarda yükselir, kalp zayıflamalarında, bazı hastalıklarda azalır.

Kanser nedir?

Vücudumuzda bulunan her hangi bir organın normal hücrelerinin, anormal bir şekilde çoğalma ve değişmeleri ile hücre anarşisi haline gelerek artmasıdır. Yunanca yengeç anlamına gelen carcinos kelimesinden alınmıştır.

Bir organ, normal histoloji bakımından incelendiğinde, normal tabakalardan meydana gelmiş olduğu görülür. Normal görünümlü bu tabakalardan birindeki hücrelerde, her hangi bir sebeple anormal bir büyüme ve çoğalma meydana gelecek olursa, bu bölümün normal olan diğer bölümlere bir tazyik yapmaya başladığı görülür. Bu anormal hücre büyümesi ve değişmesi devam ettikçe, çevre dokuya ve organlara büyük basınçlar yapacak büyüklükte urlar meydana gelecek olursa, bu bölümün normal olan diğer bölümlere bir tazyik yapmaya başladığı görülür. Bu anormal hücre büyümesi ve değişmesi devam ettikçe, çevre dokuya ve organlara büyük basınçlar yapacak büyüklükte urlar meydana gelir. Urun büyümesi ile dış yüzde yaralar belirir ve kanamalar olur. Hastalık ilerledikçe, hücrelerin artması ve anarşisi de artar. Bu artan hücreler lenf ya da kıl damarlarına kadar ilerleyerek onların içine girer ve oradan kan dolaşımı yolu ile diğer organlara (mesela başlangıç mide ise, karaciğer, beyine) giderler ve oralardaki hücre ve dokularda yeni yeni hücre anarşileri meydana getirirler, dolayısıyla o organlarda kanserin üremesine yol açarlar.

Kanser, vücutta her organda üreyebilir ve kan ve lenf yolları ile sıçramalar yaparak başka organlara geçebilir. Kanser, her ırkta ve her iklimde görülen bir hastalıktır. Yalnız bazı ülkelerdeki değişik şartlar karşısında, daha fazla görülebilir. Bu arada, İngiltere de pipo içen balıkçılarda alt dudak kanserine daha çok rastlanmıştır. Son yapılan incelemer, kanserin oluşumunda, mesleğin de rolü oynadığını gösterdiği için, bazı meslek mensuplarında, kanser oranının fazlalığı dikkati çekmiştir.

Kanserin kesin sebebi bilinmediği için oluşumu çeşitli görüşlerle açıklanmak istenmiştir. Bunların başlıcaları şunlardır : Tahriş nazariyesi : Hirchow, süreli bir tahrişin kansere sebep olduğunu ileri sürmüştür. Bu görüş çeşitli deneylerle ispat edilmiştir. Fakat, kanserin oluşumunda tahrişin tek başına bir sebep olduğu kesin değildir.

Mikrop ve parazit nazariyesi : özellikle yara haline gelmiş kanser vakalarında bazı araştırıcılar tarafından mikroplar bulunmuş, bunların kanserin etmenleri oldukları sanısına varılmıştır. Fakat, yapıları araştırmalarda bir sonuca varılamamıştır. Son yıllarda da kanserin etmeninin bir virüs olduğu üzerinde iddialar vardır.

Embriyon nazariyesi : Kanser hücrelerinin atipik büyümeleri incelendiğinde, bunların, embriyondaki gibi bir büyüme gösterdikleri görülmüş; bu görüşle kanserin embriyolojik bir hata sonucu bulundukları yerde sıkışıp kaldıkları, zamanı gelince de bir hücre anarşisi halinde çoğalmağa başlayarak kanseri meydana getirdiği ileri sürülmüştür.

Kalıtını nazariyesi : Bazı bilginler, kanserin kalıtımla ilgili olduğunu ileri sürerler. Bunu gösteren olaylar varsa da, bunun başlıca bir sebep olduğu ileri sürülemez.

Kanser, bugün insanlığı tehdit eden en önemli hastalıklardan biridir. Bunun başlıca sebebi, kanserin oluşumunun anlaşılmamış, etmeninin bulunmamış olmasıdır. Bütün bu nazariyeler, kanser üzerine bir ışık tutmaktan öteye gidememektedirler. Fakat çok yakın bir gelecekte, kanser hastalığının da, insanlığın bir derdi olmaktan çıkacağı muhakkaktır.

Kanserli bir organda görülen belirtiler şunlardır : a - Yara : Hemen bütün kanserli vakalarda yara görülür, b - Ağrı: Kanserin ilk devirlerinde pek ağrı görülemezse de ileri vakalarda ağrı başlar, c - Şişme: Bazı organ kanserlerinde şişme görülür, d - Kanama: Bazen ani ve hastayı birden öldürecek, bazen da uzun süre devam eden yavaş kanamalar görülür, e - Genel durumda değişiklik: Kanserin bulunduğu organdaki duruma göre, insanın genel durumunda bir değişiklik görülür. Hasta zayıflar, kuvvetten düşer. Bunlardan her hangi biri, şüpheyi uyandıracak kadar çoğaldığında hekime başvurmak gerekir.

Kanserin teşhisi : Bugün için, kanser olduğu şüphe edilen organdan bir doku parçası alarak, bu dokuyu patoloji laboratuarlarında bir incelemeye tabi tutmak en emin yoldur (Biyopsi;Fakat içte bulunan organlardan böyle bir parça almak imkanı hemen yoktur (mesela karaciğerlerden biyopsi yapılamaz). Kanser, erken teşhis edilirse, hemen hemen tedavisi mümkün olan bir hastalıktır . Bunun için, kanserin oluşumuna hizmet eden hususlarda dikkatli olmak ve kanser olduğu şüphesi olacak belirtilerde derhal hekime başvurmak gerekir.

Kızıl nedir?

Çoklukla küçük yaşlarda görülen yüksek ateşli, bulaşıcı bir hastalık. Etmeni bir çeşit streptokoktur. Solunum yolu ile bulaşma olur. Hastalık birden, bire kusma, ateş, şiddetli titreme boğaz ağrısıyla başlar. Ateşin başlamasından iki gün sonra dökmeler olur. Bunlar, açık kırmızı renkte, birbirine yakın mürekkep lekelerine benzer. Lekeler birbirine bitişik gibidir. Dökme göğüsten ve boyundan başlar, bir gün içinde her tarafa yayılır. 4-5 gün sonra yapraklar halinde deri soyulması olur. Bir defa hastalığa tutulan bir daha tutulmaz. Kızıl geçiren insanlarda, böbrek ve yürekte hastalıklar görülebilir.

Nabız nedir?

Atardamarlara, özellikle bilekteki atardamarlara parmakla basıldığında duyulan ve kalp vuruşunun oraya kadar yansımasından ileri gelen kımıltı. Her kalp vuruşundan sonra atardamarlardaki kanın kalp kuvveti etkisi altında basıncının değişmesi, vücudun sert bölümleri üzerinden geçen arterler üzerine batırılan parmakla duyulur. Hu durulma, arter içindeki kanın kalpten nabız denilen yere kadar gidip parmakla çarpmasından değil, kanın basınç altında kalmasıyla beraber arter duvarlarının kasılan kalp kuvvetinin etkisiyle titreşmesindendir.

Nabız, kalp vuruşuyla hemen eş zamanda değilse de bu ara, bir saniyenin 1/10 kadar olduğu için hemen eş zamanda imiş gibi sanılır. Nabız dalgasının hızının saniyede dokuz metre olduğu hesap edilmiştir. Nabız sayısı kalbin vuruşu kadardır. Kalbin vuruş sayısı üzerinde etki yapan etmenler, nabız sayısı üzerine de etki yapar. İntizamı, dolgunluğu, zayıflığı kalbin vuruş intizamı ve kuvvetiyle ilgilidir. O halde nabız sayısı da kalbin vuruş sayısı gibi yetişkinlerde 60 ? 70 arasındadır. Yeni doğanlarda 130, bir yaşında 120, çocuklarda 90 kadardır. Nabız sayısı harareti yükselten hastalıklarda, sinirlilikte, yemeklerden sonra, yorgunluklarda çoğalır, tifo hastalığında, uykuda, istirahatta yavaşlar.

Küresel Isınma Nedir?

Daha once burda yayınlamış olduğumuz Küresel Isınma Nedir konulu yazımıza bir yenisi ekledik;

Küresel ısınma bugünlerde dünyanın en fazla konuştuğu konuların başında geliyor. Peki insanoğlunun geleceğini tehdit eden ve iki kelimeden oluşan bu olgu ne anlama geliyor? Dünyamız neden tehdit altında? İşte bilimadamlarının açıklamaları…

İnsanlar tarafından atmosfere salınan gazların sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor.

Daha ayrıntılı açıklamak gerekirse dünyanın yüzeyi güneş ışınları tarafından ısıtılıyor, dünya bu ışınları tekrar atmosfere yansıtıyor ama bazı ışınlar su buharı, karbondioksit ve metan gazının dünyanın üzerinde oluşturduğu doğal bir örtü tarafından tutuluyor. Bu da yeryüzünün yeterince sıcak kalmasını sağlıyor.

Ama son dönemlerde fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve toplumlardaki tüketim eğiliminin artması gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış gösterdi.

Bilimadamlarına göre işte bu artış küresel ısınmaya neden oluyor. 1860’tan günümüze kadar tutulan kayıtlar, ortalama küresel sıcaklığın 0.5 ila 0.8 derece kadar artığını gösteriyor.

Bilimadamları son 50 yıldaki sıcaklık artışının insan hayatı üzerinde farkedilebilir etkileri olduğu görüşünde.

Üstelik artık geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşılıyor.

Hiçbir önlem alınmazsa bu yüzyıl sonunda küresel sıcaklığın ortalama 2 derece artacağı tahmin ediliyor.

2007’nin de dünya genelinde kayıtların tutulmaya başlandığı son 150 yıllık dönem içinde en sıcak yıl olabileceği öngörüsü var.

Peki bu sıcaklık artışı yani küresel ısınma nelere yol açıyor, hayatımızı nasıl etkiliyor?

Dünya iklim sisteminde değişikliklere neden olan küresel ısınmanın etkileri en yüksek zirvelerden, okyanus derinliklerine, ekvatordan kutuplara kadar dünyanın her yerinde hissediliyor.

Kutuplardaki buzullar eriyor, deniz suyu seviyesi yükseliyor ve kıyı kesimlerde toprak kayıpları artıyor.

Örneğin 1960’ların sonlarından bu yana Kuzey Yarıküre’de kar örtüsünde yüzde 10’luk bir azalma oldu. 20’inci yüzyıl boyunca deniz seviyelerinde de 10-25 cm arasında bir artış olduğu saptandı.

Küresel ısınmaya bağlı olarak dünyanın bazı bölgelerinde kasırgalar, seller ve taşkınların şiddeti ve sıklığı artarken bazı bölgelerde uzun süreli, şiddetli kuraklıklar ve çölleşme etkili oluyor.

Kışın sıcaklıklar artıyor, ilk bahar erken geliyor, sonbahar gecikiyor, hayvanların göç dönemleri değişiyor. Yani iklimler değişiyor.

İşte bu değişikliklere dayanamayan bitki ve hayvan türleri de ya azalıyor ya da tamamen yok oluyor.

Küresel ısınma insan sağlını da doğrudan etkiliyor.

Bilimadamları, iklim değişikliklerinin kalp, solunum yolu, bulaşıcı, alerjik ve bazı diğer hastalıkları tetikleyebileceği görüşünde.

Bu yazı ntvmsnbc.com dan alınmıştır.

Serum nedir?

Yazi ile ilgili diğer bir yazıda burda (Serum nedir) bulunmaktadır. 

Serum; kanın pıhtılaşması ve homojen yapısını kaybetmesiyle, fibrinojen ile kan pulcuklarının (platelet) birleşerek, koyu renkli bir pıhtı kütlesi halinde birleşmesiyle geride kalan açık renkli sarımsı sıvıya verilen addır.

İçinde kan hücreleri ve pıhtılaştırıcı plazma proteinleri olmayan serumun kan plazmasından farkı, içinde pıhtılaşma faktörlerinin olmayışıdır.

Bazen hayvanların (öz. atlar) kan serumundan yararlanılarak, bulaşıcı hastalıklardan korunmak için koruyucu aşılar elde edilir. Hayvana belirli bir hastalığın mikrobu verildiğinde bu hayvanın kanında antikor denilen özel maddeler oluşur ve bu sayede hayvan bu hastalığa karşı bağışıklık kazanır. Bu bağışık serum insana enjekte edildiğinde o hastalığa karşı insan da bağışıklık kazanmış olur.

Bu yazi vikipedia dan alınmıştır.

Kefir nedir?

İnsanlar kendi hücrelerinin 10 katı sayıdaki (100 trilyon) faydalı bağırsak mikrobu ile ortak bir yaşam sürdürmektedir. Faydalı bağırsak mikropları (probiyotikler) çeşitli yararlarının yanında dış ortamdan gelen zehirli maddelerin kana geçmesini engelleyen koruyucu bir bağırsak tabakası oluştururlar. Bağırsaktaki sağlıklı mikrop dengesinin, zararlı mikroplar lehine değişmesi, yani bağırsaktaki mükemmel dengenin bozulması çok sayıda ivegen ve müzmin hastalığa yol açar.

Son yıllarda rafine gıdaların tüketimindeki artışa paralel olarak, turşu, kefir, boza, çeşitli salamuralar gibi geleneksel fermantasyon gıdalarının az tüketilmesi, süt ve yoğurt gibi fazla tüketilenlerin ise ekşimesin ya da kesmesin diye pastörize edilmesi ya da antibiyotik katılması vücudumuzun mükemmel probiyotik dengesini alt üst etmiştir.

Probiyotik - Prebiyotik

Yeterli miktarda yenildiğinde insan ya da hayvan sağlığını olumlu yönde etkileyen mikroorganizmalara probiyotik denir.

Bağırsaktaki bazı mikroorganizmaların çoğalmasını artıran ve/veya aktivitesini uyaran ve insan ya da hayvan sağlığını olumlu yönde etkileyen maddelere (besinsel lifler gibi) prebiyotik denir

Probiyotikler = yararlı bağırsak mikropları (bakteriler ve mantarlar)

Erişkin bir insan bağırsağında 100 trilyon (1,5 kg) faydalı bakteri ve mantar bulunur. Bu rakam insan hücre sayısının 10 katı kadardır.

Sayıları 400’ün üzerinde olan bu bakteriler ve mantarlar normal bağırsak florasını oluştururlar.

Bu bakteriler ve mantarlar 300 m2 büyüklüğünde bir yüzey oluşturan bağırsak sümüksü zarını koruyucu bir tabaka şeklinde döşer.

Probiyotiklerin görevleri

- Bağışıklık sistemini güçlendirmek.

- Yiyeceklerin hazmını kalaylaştırmak.

- Vitaminlerin (K vit, biyotin, B12, niasin vb) sentezini yapmak.

- Bağırsak duvarını zararlı maddelerden korumak ve bağırsak geçirgenliğini azaltmak.

- Zararlı maddelerin (toksinler) kan dolaşımına geçmesini engellemek.

- Besin allerjilerini ve ekzemayı önlemek.

- Kronik enflamatuvar (iltihabi) hastalıkların oluşumunu engellemek.

- Kanseri önlemek.

- Yaşlanmayı yavaşlatmak.

- Depresyonu hafifletmek.

- Otizm bulgularını hafifletmek.

- İshali önlemek ve tedavi etmek.

- İdrar yolu iltihaplarını önlemek.

- Kabızlığı tedavi etmek.

- Böbrek taşlarının (okzalat) oluşumunu azaltmak.

Kefir nasıl yapılır?

Kefir yapılışında kullanılan süt kaynatılır ve metal olmayan (tercihan cam) bir kap içinde ılıtılır (süt temiz ise kaynatılmayabilir).

Üzerindeki kaymak tabakası alınır ve 1 çorba kaşığı kadar kefir mayası atılır ve süt iyice karıştırılır.

Kabın kapağı kapatılır ve süt 20-25 C ‘de kalacak şekilde kap bir yere bırakılır. Mayalanacak kab soba ya da kalorifer yakınına getirilir. Çevre ısısı düşük ise kabın etrafı bezle sarılır. Kabın 20-30°C’ lerde olması sağlanır. Kap içindeki süt normal olarak 18-24 saat sonra pıhtılaşır. Maya miktarı düşük ve ortam soğuk ise pıhtılaşma gecikir. Mayalanmış süt madeni olmayan bir tel süzgeçten ya da tülbentten süzülür. Süzgeç üzerinde kalan daneler tekrar maya olarak kullanılır. Kefir mayası (taneleri) hemen kullanılmayacaksa ağzı kapalı bir cam kavanoz içinde buzdolabında saklanır. Bazıları kefir tanelerini saklamadan önce yıkarlar. Eğer yıkama yapacaksanız kefir tanelerinin zarar görmemesi için klorsuz su kullanın. Saklanmak istendiği zaman daneleri örtecek kadar bardağa su koymak gerekir.

Kefir neye benzer?

Kefir yoğurda ya da ayrana benzer. Zaten benzer şekilde mayalanır. Bekletildikçe tadı ekşir ve çok az olan alkol oranı artar.

Kefirin zararı var mı?

Kefirin bilinen bir zararı yoktur. Çok nadir olarak bazı kişiler yeni başladıklarında fazla kefir içmeye tahammül edemezler. Bu kişiler kefir miktarını yavaş yavaş artırmalıdır. Bazı kişiler toksinlerden temizlenirken toksinlerin geçtiği dokularda bir takım rahatsızlıklar oluşabilir. Kısa bir süre sonra, toksinler vücut dışına çıkacak ve kişi kendini çok iyi hissedecektir (iyileşme krizi).

Kefir tanelerini nereden temin edebilirim?

Kefir tanelerini, Ege Ziraat fakültesi gibi bazı fakültelerden, aktarlardan ya da tanıdıklarınızdan temin edebilirsiniz.

Bazı firmalar hazır kefir de satmaya başlamıştır.

Kefirinizin ucuz ve istediğiniz kıvamda olması için mümkünse kendiniz yapın.

Kefir taneleri neye benzer?

Kefir taneleri karnabahar görünümünde fakat lastik kıvamındadır. Kefir tanelerinin dışında kefiran denilen bir yapışkan bir zar(f) vardır. Yararlı bakteriler ve mantarlar kendi yaptıkları bu zarın içinde yaşarlar

Kefir taneleri çok büyümüşse kesilmeli mi?

Kefir taneleriniz büyük ise bunu kesmeyin, aksi halde kefiran metalden zarar görebilir. En iyisi hafifçe elinizle sıkmadan ayırmaktır.

Kefir taneleri sonsuza kadar yaşayabilir mi?

Kuru kefir taneleri birkaç mayalamadan sonra yok olabilir. Ama ıslak maya eğer iyi bakılırsa sonsuza kadar sağlıklı kalır (şimdiye kadar nasıl geldi!) Kefir tanelerini sıkmayın, metal değdirmeyin, temiz tutun. Uzun süre kullanmayacaksanız soğuk bir yerde (tercihan buzdolabında) tutun. Daha uzun süre saklamak istiyenler derin dondurucuya koyabilirler.

Kefir tanelerini daha çabuk nasıl büyütebilirim?

Mayanın miktarı ne kadar fazla ve mayalama süresi ne kadar uzunsa kefir taneleri de o kadar büyük olur. Fakat belli bir noktadan sonra üreme yavaşlar. Tane ve su ayrılırsa tekrar ekilirse taneler daha çabuk büyür.

Kefirin tam olarak mayalandığını nasıl anlarım?

Bu genellikle oda sıcaklığında 24 saat içinde gerçekleşir. Kefir tanelerine kürdan sokun. Ayakta duruyorsa kefir mayalanmıştır. Mayaladığınız kefirde taneler (yukarıda) ile peyniraltı suyu (whey) (aşağıda) arasındaki sınır keskinleşmişse kefir olmuştur.

Kefirin tadını ve kıvamını ayarlamak için ne yapayım?

Kefiriniz tatlı ise ve ekşi seviyorsanız mayalanma süresini 48 saate kadar uzatın. Kefir ekşidikçe faydası artar. Ayrıca alkol miktarı da artar. Tatlı kefir istiyorsanız mayalanma süresin 24 saatten fazla uzatmayın ve kefiri buzdolabında saklayın. Kefirinizin daha katı olmasın istiyorsanız ayırdığınız kefir ayranını birkaç saat buzdolabında tutun.

Kefir yapmayı bir süre ertelemek istiyorsam ne yapayım?

Eğer bir süre kefir yapmayacaksanız, mayayı buzdolabının rafına koyun. Böylece kefirin üremesi yavaşlayacaktır. Birkaç gün bu şekilde fazla değişmeden durabilir. Eğer daha uzun süre tutmak istiyorsanız, kefir tanelerini örtecek kadar kaba süt koyun ve kabı dondurucuya koyun. Böylelikle birkaç hafta süre ile kefir aşırı bir üreme göstermez.

Kefir için hangi sütü kullanayım?

En tercih edileni Eski ve Orta Asya Türklerinin yaptığı gibi çiğ keçi sütüdür. Diğer hayvanların sütü de olabilir. Yemlenen değil otlayan hayvanların sütünü tercih edin. Market sütleri iyi bir tercih değildir. Bunlar içinden günlük şişe sütlerini tercih edin. Kutu sütlerini tercih etmeyin (zaten bazıları da mayalanmıyor).

Ne kadar kefir tüketmeliyim?

Ne kadar yoğurt yiyorsanız o kadar. Önce bir çay bardağı için sonra miktar gittikçe arttırın. Genellikle 250-1000 mL kadar tüketilmektedir. Müzmin hastalığı olan kişilerin en az bir litre kadar kullanması tavsiye edilmektedir.

Sıcak yemeklere kefir konulur mu?

Kefir sıcak yemeklerin üzerine eklenebilir ve hatta pişirilebilir de. Kefirden maksimal etkiyi sağlayabilmek istiyorsanız ısıya maruz bırakmayın. Çünkü bu içindeki faydalı mikropları öldürecektir.

Süt dışı maddelerle de kefir yapılabilir mi?

Evet yapılabilir. Fakat verilen sıvının içinde kefir mikroplarının hayatiyetini sürdürebileceği herhangi bir şeker bulunmalıdır. Meyve suyu ya da şekerli su ile yapılan kefire su kefiri denmektedir. Bu kefirlerin mayalanması genellikle daha uzun sürmektedir.

Kefir ile yoğurdun farkları nelerdir?

Her ikisi de sütün fermantasyonu sonucu elde edilir. Görünüş olarak birbirlerine çok benzerler Yoğurt prebiyotiktir yani probiyotiklerin üremesini artarır. Kefir probiyotiktir. Yani kendisi yararlı mikroorganizmadır.

Yoğurtta mikroorganizma olarak sadece bifidobakterler ve laktobasiller bulunur (market yoğurdu ise onlar da yok !!). Kefirde ise bunlara ilaveten Lactobacillus Caucasus, Leuconostoc, asetobacter ve streptokok gibi bakteriler ile Saccharomyces kefir and Torula kefir gibi mantarlar bulunur. Sonuç olarak evde yapılan yoğurt sağlığınız için çok iyidir kefir ise ondan da iyidir.

Kefir ve kanser

Kefir tümör oluşumunu engellemekte ya da var olanın ilerlemesini azaltmaktadır.

Kefir ve vitaminler

Kefir içindeki mikroorganizmalar bol miktarda vitamin (K vit, B1 vitamini, pan-totenik asit, niasin, folik asit B12, ve biyotin) sentezi yapar-lar. Kefir mikroorganizmalarının ürettiği biyotin diğer B kompleks vitaminlerinin emilimini de artırır.

Prof.Dr. Ahmet AYDIN

(www.beslenme.bulteni.com)

Ecstasy nedir?

Ecstasy, kimyasal adıyla MDMA (3, 4-metilendioksimetamfetamin), ağızdan alınan bir haptır. Haplar değişik şekil ve markalarda mevcuttur. Bazı durumlarda MDMA toz halinde satılmaktadır. Hap şeklindedir ama asla yasal kullanımı yoktur, dolayısıyla denetim altında değildir. Genel bir kullanıcının bir “doz” içerisinde hangi maddeleri bulunduğunu bilmesi bu sebeple imkansızdır.

BULUNABİLİRLİLİK & KULLANIM

Özellikle gece kulübü ve elektronik müzik organizasyonlarında popüler olan Ecstasy tabletleri bulunabilirliği mümkündür. Tipik bir doz olarak 100-125 mg dört ila altı saat etkisini gösterir.

ETKİLERİ

Kullananlar kendilerini açılmış, rahatlamış, güzel, korkusuz, toleranslı ve etrafındaki insanlara bağlı olarak tanımlarlar. Genellikle sosyal ortamlarda kullanılan Ecstasy duygusal (seksüel olması gerekmez) bir madde sayılır. Ecstasy alındıktan yaklaşık 45 dakika sonra kullanıcılar etkisine girerler. Bu madde sinir hücresine girdikten sonra serotoninin bol miktarda salınımına neden olur ve serotonin üreten enzimleri engeller. Ecstasyinin en önemli etkisi kişiyi aktive etmesi ve bilinç değişikliklerine neden olmasıdır. Bu etkiler alınan doza ve kişinin içinde bulunduğu ruhsal duruma doğrudan bağlıdır. Alındıktan 20 ile 60 dakika içinde etki göstermeye başlar. İlk bir saat içinde en güçlü etkiyi yapar. Dört ile altı saat içinde bu etki sonlanır. Ertesi gün içinde de kimi zaman hafif derecede etkileri gözlenebilir.

Ecstasy, beden ısısını ve kan basıncını artırır. Sıcak, havasız ortamlarda ve çok hareket sonrası beden ısısı ciddi boyutlara ulaşır. Ağızda kuruluk, dişlerde tatsız bir his algılanabilir.

Ecstasy, yönelim ve algı bozukluğu yaratır. Diğer insanlara karşı yakınlık hissi, kendini rahat hissetme, görsel algıda bozulmalara yol açmaktadır. Kişi kendini enerjik ve aldırmaz hisseder.

KULLANIM İŞARETLERİ

Ecstasy kullananların göz bebekleri genişler ve ışığa hassasiyet artar. Çeneyi sıkma ve diş gıcırdatma gözlemlenebilir efektlerdendir. Duyum artar ve kullanıcılar çoğu zaman bunu dans etme isteği, konuşma ve dokunarak ile gösterir. Kullanıcılar çoğu zaman abartılı şevkat hareketleri gösterebilir.

RİSK

Bazı kullanıcılar tecrübeden sonra 48 saate kadar kendilerini depresif hissettiklerini belirtmektedir. Uzun süreli kullanımda etkilere ulaşmak daha zorlaşabilir. Fiziksel olarak bağımlılık yaratmasa da, “yaşanılan sanalı” kovalama veya ulaşma ihtiyacı olabilir, bu da doz artımına ve daha sık kullanıma sebep verebilir. Kullanımdaki artışla beraber kullanıcılar sık sık kendilerini yorgun hisseder, çeneleri ağrır ve mutlulukları azalır. Depresyondan ve tükenmeden kaçınmak isteyenler hem dozda hem de kullanım sıklığında artırma geliştirirler.

Çok sayıda ters etkileme olduğu bildirilse de vücut ısısındaki tehlikeli derecede artış Ecstasy’nin bilinen yaygın tehlikelerinden biridir. Vücut ısısının artması sıcak ve genellikle havasız ortamlarda uzun süre dans etmekten, vücuttaki sıvı miktarının azalması gerçekleşir. Ölüm; aşırı dozdan görülmekle birlikte, genellikle vücut ısısının artması, su ihtiyacı yada diğer bir uyuşturucu madde ile karıştırma ile bağlantılıdır.

Ecstasyinin uzun zamanlı etkileri halen araştırma altındadır. Bazı araştırmacılar uzun süreli kullanımların kalıcı beyin hasarlarına yol açabileceği değerlendirilmektedir. Bazı çalışmalar Ecstasyinin vücuttaki seratonin ve dopamin seviyelerini etkilediğini göstermektedir fakat bunun uzun süreli etkilerinin ne olabileceği halen açık değildir. Ecstasy kalbin ritim bozukluğuna sebep olabilir ve hipertansiyon ve kalp hastalıklarının tetikleyicisi olabilmektedir.

ECSTASYİNİN sebep olduğu riskleri ortadan kaldırmanın en iyi yolu hiç kullanmamaktır.

Eroin nedir?

Eroin morfin maddesinden üretilmektedir. Doğal olarak afyon bitkisinin kozalağında mevcut olan bir uyuşturucudur. Eroin afyonun içinde bulunan alkaloidlerden bir tanesidir. Baz morfinin asetik asit ile birlikte ısıtılması ve diğer kimyasal işlemlerden sonra oluşur. Sokaklardaki eroin genellikle saf değildir ve beyazdan koyu kahverengi bir renge kadar çeşitli yoğunluklarda değişebilir. Bu değişiklikler tipik olarak üretim safhasında meydana gelen kirliliklerden ve/veya içine karıştırılan diğer maddelerden dolayıdır.

Eroin; Güney Amerika, Güneydoğu ve Güneybatı Asya, ve Meksika’da üretilmektedir.

BULUNABİLİRLİK & KULLANIM

Eroin burundan çekilebilir, sigara gibi içilebilir veya enjekte edilebilir. Sigara yasal ve çok kullanır bir madde olduğu için, eroin genellikle ilk tuzak olarak insanlara bu yöntemle sunulur. Ülkemizin jeopolitik konumu sebebiyle, eroin yakalamaları çok olmakla birlikte, yakalanan miktar ile kullanım arasında bir illiyet bağı yoktur.

ETKİLERİ

Eroin ve diğer afyon bazlı uyuşturucular vücut hareketlerini yavaşlatan özelliktedir. Kullanıcılar sıcaklık, rahatlama, ve kopma hisleri uyandırdığını belirtirler. Fiziksel ve duygusal ağrılar azalmakla birlikte bunlara “ağrıların ertelenmesi” demek daha doğrudur. Bu etkiler çok çabuk ortaya çıkar ve alınan eroinin miktarına ve alış şekline göre birkaç saat sürebilir. İlk kullanımlar bulantı ve kusma ile sonuçlanabilir fakat bu tepkiler sürekli kullanımla giderek azalır.

KULLANIM İŞARETLERİ

Eroin kullanan kişi uyuşuk görünür ve dalar, kusar, kaşınır veya göz bebekleri toplu iğne başı gibi küçülür. Ayrıca; iştahın kapanması, uyku bozukluğu, ağır nefes alma, cinsel isteksizlik ve kabızlık vardır. Yoksunluk çeken eroin bağımlıları genellikle hoş olmayan, üşütmeye benzer bulgulardan yakınırlar. Kusabilir, aşırı terler, mide krampları geçirir, tüm vücutları ağrır, diyare olur, burun akması, sıcak-soğuk kızarmalar, depresyon ve rahatsızlık geçirirler. Eroin yoksunluğu, değişebilmekle beraber, son kullanımdan sekiz saat sonra ortaya çıkar ve üç gün ile bir hafta arası sürebilir. Yoksunluk ikinci ve üçüncü günde zirveye ulaşır.

RİSKLERİ

Enjeksiyon çok miktarda eroinin kan sistemine birden karışmasını sağlayarak ölümcül aşırı doz riskinin en çok olduğu kullanımdır. Burundan çekilmesi de aşırı dozla sonuçlanabilir, özellikle alışık olmayan bir kimse yüksek miktarda kuvvetli bir eroini veya alkol gibi başka uyuşturucu maddeleri karıştırarak alırsa ölüm gerçekleşebilir. Eroinden meydana gelen aşırı dozun belirtileri; ağır ve az nefes alma, kıvranma, koma, ve ölüm olarak listelenebilir.

Pis ve kullanılmış enjektörlerin kullanımı HIV, Hepatit B ve C gibi ölümcül enfeksiyon hastalıkların yayılmasına sebep olmaktadır. Uyuşturucuları enjekte etmek veya enjektör paylaşmak diğer ciddi hatta ölümcül hastalıkların veya enfeksiyonlara sebep olabilir. Bunlardan bazıları endokartis, embolizma ya da kangren, botulizma, tetanoz, ve deri yiyen bakteri olarak nitelendirilebilirler. Son olarak enjeksiyon, apselere (acılı bir cilt yarası) ve takip edici olarak kan zehirlenmesine sebep olabilir.

Bazı kişiler, eroini burundan çekmenin ya da sigara gibi içmenin, bağımlılığa sebep vermeyeceği inancıyla özenebilirler. Fakat birkaç kullanım bile tolerans ve bağımlılıkla sonuçlanır. Bazı bağımlılar eroini sadece yoksunluk krizleri yaşamamak için kullanmaya devam ederler.

Eroin yasa dışı bir maddedir ve bulundurmak veya satmaktan hüküm giymek çok ciddi kriminal cezalarla sonuçlanabilir.

EROİNİN sebep olduğu riskleri ortadan kaldırmanın en iyi yolu hiç kullanmamaktır.

Tıp nedir?

Tıp, sağlık bilimleri dalı. İnsan sağlığının sürdürülmesi ya da bozulan sağlığın yeniden düzeltilmesi için uğraşan, hastalıklara tanı koyma, hastalıkları sağaltma (tedavi etme), ve hastalık ve yaralanmalardan korumaya yönelik çalışmalarda bulunan birçok alt bilim dalından oluşan bilimsel disiplinlerin şemsiye adıdır. Hem bir bilgi alanı – vücut sistemlerinin ve bunların hastalıklarının ve tedavilerinin bilimi – hem de bu bilginin uygulandığı meslektir.

Tıp için kullanılan bir başka kelime de, bugün eskimiş olan, tababettir. Merriam-Webster tıbbı şöyle tanımlamıştır: ’sağlığın korunması ve hastalığın giderilmesi, yatıştırılması veya önlenmesi ile ilgilenen bilim ve sanat (dalı)

Vitiligo nedir?

Vitiligo, normal deri görünümünde, pigment kaybı nedeniyle düzensiz beyaz alanların bulunduğu bir deri durumudur.

Genelde edinilmiş bir durum olarak görülen vitiligo, herhangi bir yaşta ortaya çıkabilir. Ancak, belirli genetik özelliklere sahip ailelerde hastalığa yatkınlık görülmektedir. Kontrasta bağlı olaraki koyu tenli kişilerde daha belirgindir. Vitiligo’nun nedeni tam bilinmemekle beraber pigment üreten melanosit hücreleri olan melanositlerin deri veya çevre dokulara hasar vermeksizin seçici kaybına bağlı olarak otoimmünite üzerinde durulmaktadır. Bu hastalık Amerika Birleşik Devletleri’nde nüfusun % 1′ ini etkilemektedir.

Lezyonlar düz, pigmentasyonsuz ve koyu sınırlı olarak görülmektedir. Sınırlar tam olarak tanımlanabilmektedir, ancak düzensizdir. Sıklıkla etkilenen bölgeler yüz, dirsekler ve dizler, eller ve ayaklar ve genital bölgedir. Ayrıca, travma ve basınç görmüş bölgeler de etkilenmektedir.

Hastalıktan korunma yolları bilinmemektedir.

Semptomlar arasında aile öyküsü belirten vitiligo, birden veya aniden gelişen düz, doğal desenli pigment kaybına uğramış deri bölgeleri görülmektedir.

Fizik muayene ve sorgulama tanı konması için yeterlidir. Ek bir tanı yöntemine başvurulmasına gerek yoktur.

Vitiligo olgularının çoğu tedavi edilmeden deam etmektedir. Mevcut tedavi yöntemleri zor ve tam olarak etkin değildir. Hastalar, fotosensitize edici bileşikler verildikten sonar ultra-viole ışığa maruz bırakılmaktadırlar. Topikal veya oral 8-metoksipsoralen veya trimetilpsoralen tedavileri kısmi pigmentasyon sağlamak amacıyla birden fazla defa verilmelidir.

Hastalığın gidişatı değişkendir. Bazı bölgeler pigmentasyon kazanabilir, fakat yeni diğer bölgeler oluşabilir. Pigmentasyon kaybı ilerleyici olabilir.

Güneş yanığı gibi komplikasyonlar sıklıkla görülebilirken, vitiligo pernisyöz anemi, hipertiroidizm ve Addison hastalığı gibi sistemik hastalıklar ile ilişkili olabilir.

Eğer cildinizde rengin kaybolduğu bölgeler görürseniz, en kısa zamanda aile hekiminize başvurunuz.

Yazar : Aile Hekimi Uzmanı Dr. Efe Onganer

 

 

Küresel ısınma hastalıkları nelerdir?

Dünyanın felaketi olarak gösterilen küresel ısınma insan sağlığını da etkiliyor. Depresyona neden olan küresel ısınma eski salgın hastalıkları da hortlatacak gibi görünüyor.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden Prof.Dr.Günhan Erdem, aşırı sıcaklığın insanlar ile hayvanların davranışlarında değişikliklere neden olacağını belirtiyor.

Sıcaklığın artmasıyla uykusuz kalan insanlarda huzursuzluk ve depresyonun ortaya çıkabileceğini vurgulayan Erdem, ”Huzursuzluk ve depresif yansımalar vücudun bağışıklık sisteminde bozulmalara neden olur” dedi.

Erdem, sıcaklık düzey ve döneminin uzamasına bağlı olarak ekolojik şartların da değişeceğini, bakterilerin üreme, yaşama ve daha geniş alanlara yayılabilecekleri uyarısında bulundu.

Salgın hastalık tehlikesi!

Küresel ısınma nedeniyle tatlı su kaynakları azalma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu durum geniş çaplı enfeksiyonların ortaya çıkmasına neden olacak.

Enfeksiyonların genişlemesi ile sürelerinin uzamasının bakteri ve virüslerin ilaçlara olan direnç mekanizmalarını değiştirebileceğini ifade eden Erdem, ”Kullanılan antibiyotikler belki etkisiz kalabilir. Küresel

ısınmanın sonuçları çok daha tehlikeli boyutlara ulaşabilir” diye konuştu.

Prof. Dr. Erdem, bu nedenle yeni antibiyotik bulma arayışının ortaya çıkabileceğine, ısınmanın etkisiyle çevre kirliliğinin şimdikinden daha fazla artabileceğini, bunun da kolera ve tifo gibi hastalıkların nedeni olabileceği uyarısında bulundu.

Sindirim sistemi

Ağız ve Dişler

Sindirim ağızda çiğnemeyle başlar. Çiğneme; besinleri küçük parçalara ayırarak yutulmalarını kolaylaştırır, ağızda sindirim için gerekli tükürük salgılanmasını sağlar, besinlerin temas yüzeylerini artırarak tükürük ve mide suyu enzimlerinin daha etkili olmalarını sağlar. Nişastalı besinlerin sindirimi ağızda olur.

Mide

Ters çevrilmiş L şeklindedir. Ortalama kapasitesi 1 - 1,5 lt.’dir. Boşken duvarları birbiri ile birleşmiş haldedir. Dolma sırasında mide iç basıncı artmaz. Zira çeperler gerilir.

Mide, besinlerin, zaman içinde en iyi biçimde dağıtılmasında ve bunların en iyi biçimde mekanik ve kimyasal hazırlanmasında önemli rol oynar. Mide suyu; 3 ayrı fazla salgılanarak oluşur.

Sinirsel Faz: Besin mideye inmeden, görme, koklama ve lokmanın ağıza konması ile başlar ve 1,5 saat sürer.

Gastrik Faz: Genellikle proteinli maddelerin mideye inmesiyle başlar.

İntestinal Faz: Genellikle yağlar onikiparmak bağırsağına geçince oradan yapılan uyarılarla başlar.

Mide bir depo rolü oynar. Besinler mideye düşer ve tabakalar halinde dizilirler. Bu duruş sırasında besinler mide salgısının etkisiyle kimyasal değişikliğe uğrarlar ve kimus denilen sıvı haline gelirler. İyi çiğnenmiş ve küçük parçalara ayrılmış besinler midede daha kolay sıvı hale gelirler ve mide her 20 saniyede bir ritmik olarak bu sıvının 2 - 3 mlt.’sini mide kapısından onikiparmak bağırsağına boşaltır.

Mide kapısı, midenin ortalama her 5 kasılmasında bir kez açılır. Midenin boşalma zamanı ortalama 3 - 4 saattir. Koyu bir kıvam, mide boşalımını yavaşlatır. Soğuk bir yemek, sıcak bir yemeğe oranla daha fazla boşaltılır. Mide kapısından, şekerler en hızlı, yağlar ise en yavaş boşaltılırlar.

Midede karbonhidratlar daha kolay sıvı hale gelir ve proteinlerden daha çabuk boşaltılırlar. Proteinler, midede belli bir kademeye kadar parçalanırlar. Yağlar ise midede en uzun süre kalan besinlerdir. Besinlerin emilimi bağırsaklarda olur. Midede, çok az miktarda alkol ve bazı ilaçlar emilir.

İnce Bağırsaklar

2 kısımda incelenir:

Onikiparmak Bağırsağı: Mideden başlar. Ortalama 25 - 30 cm. boyda, 3 - 4 cm. çapındadır.

Boşbağırsak - Kıvrım Bağırsak: Onikiparmak bağırsağından itibaren başlar. Ortalama 6,5 m. boyunda ve 4 cm. çapında, gittikçe daralan bir boru sistemidir. Mükozasında geniş kıvrımlar vardır.

İnce bağırsağın sindirim ve emilim gibi 2 önemli görevi vardır:

Sindirim: Bağırsak sindiriminde en büyük rolü ince bağırsaklar oynar. Bağırsak sindiriminin %90′ı burada; safra, pankreas salgısı ve kendi salgısının etkileri ile; kendi yaptığı itici ve pandül hareketlerle gerçekleşir ve mideden gelen kimusun sindirim işlemi tamamlanır.

Bu hareketler; bağırsak içeriğinin salgılarla temasını kolaylaştıran karıştırma hareketleri ve bağırsak içeriğinin, kalın bağırsağa doğru ilerlemesini sağlayan sağınma hareketleridir. Kimus’un onikiparmak bağırsağını geçişi hızlıdır, ortalama 15 dakikada gerçekleşir. İnce bağırsakta bu ilerlemenin süresi 4 - 5 saattir.

Besinlerin en şiddetli karıştırıldığı ve emilimin en iyi olduğu yer kıvrım bağırsaktır. Burada sağınma hareketleri çok sık değildir. Bu, besinlerin bu kısımda uzun süre beklemesini sağlar.

Emilim: Besinlerin emilimi, hemen hemen yalnız bağırsaklarda ve öncelikle ince bağırsağın yukarı bölümünde gerçekleşir. Emilim miktarı, emilen ögeye göre değişir. Ancak mide; tam bir emilim için gerekli başlangıç olan iyi bir sindirim sağlayamıyorsa emilim düzensizlikleri olabilir.

Besinlerin mukoza ile temasını, karıştırma hareketleri çoğaltır. Emilim hızı, boşbağırsaktan kıvrım bağırsağa doğru giderek azalır.

Karbonhidratların emilimi çok önemlidir. Bu emilim özellikle onikiparmak bağırsağı ve boşbağırsak düzeyinde yapılır. Proteinlerin emilimi boşbağırsakta gerçekleşir. Bu emilim ancak; proteinler aminoasitlerce parçalanmışlarsa yapılabilir.

Lipitlerin emilimi onikiparmak bağırsağının sonu ile boşbağırsağın başlangıcında gerçekleşir. Su ve elektrolitlerin emilimi birbirine karşıt iki olayın sonucudur. Bağırsak boşluğundan kana doğru akış ve kandan bağırsağa doğru akış. Bu emilim bütün bağırsak boyunca gerçekleşir. Dışkının su miktarını sağ kalın bağırsak düzenler.

Ortalama olarak günde 500 gr. karbonhidrat, 100 gr.yağ, 50 - 100 gr. amino asit, 50 - 100 gr. çeşitli iyonlar ve 8 - 10 lt. su emilir. Yağda eriyen vitaminler lipitler gibi emilirler ve lenfyoluna geçerler. Suda eriyen vitaminler ise hızlı şekilde emilirler. Günde ortalama 600 - 900 ml. izotonik kimus, ince bağırsaktan kalın bağırsağa geçer.

Kalın Bağırsak

Sindirim kanalının ince bağırsak ile göden bağırsağı arasındaki bölümüdür. Kalın bağırsak, oldukça hacimli, birçok parçaya bölünmüş bir borudur.

Ortalama 130 - 160 cm. uzunluğunda ve 6 - 8 cm. çapındadır. Görevi; ince bağırsaklarda emilenemeyen maddelerden ibaret kimusu konsantre edip dışarıya atmaktır. Bu konsantrasyonda su ve elektrolit emilimi önemli rol oynar.

Kalın bağırsak mükozası, ince bağırsak mükozasından farklıdır. Epitelin yüzeyi düzdür. Kalın bağırsak hareketleri ince bağırsağa göre daha zayıf ve yavaştır. Karıştırıcı ve boşaltıcı hareketler vardır. Boşaltıcı hareketler günde ancak birkaç defa meydana gelir.

Kalın bağırsakta enzim oluşmaz, enzimden yoksun bir müküs salgısı vardır. Bu, hiçbir sindirim enziminin etkili olmadığı selülozu parçalar.

Kalın bağırsak, daha çok suyun geri emiliminde rol oynar. Bu emilim oldukça önemlidir. Günde 500-1500 mlt. arasında değişir. Kalın bağırsakta ayrıca; inorganik tuzlar, bir miktar glikoz, kısa zincirli yağ asitleri emilir.

Dışkının su miktarını kalın bağırsak düzenler. Dışkı; safra pigmentleri, sindirilmemiş besin parçaları, kalın bağırsak müküsü, ölü bağırsak hücresi artıklarından oluşur. Kalın bağırsaktan günlük atılan feçes miktarı 200 - 400 gr. dır. Bunun %70′i su, %30′u katı maddedir. Alınan besin maddelerinin kolondan atılma süreleri genellikle 10 - 90 saattir. Baryum için ise 24 - 48 saattir.

Göden Bağırsağı

Bağırsak sisteminin son parçasıdır. İki kısımdan oluşur:

Üst bölüm: Leğen parçası

Alt bölüm: Makat kanalı.

Leğen parçası ortalama; 5 cm. çapında ve 10-12 cm. uzunluktadır. Makat kanalı bir silindir biçimindedir, kısa ve dardır. 2 cm. genişlikte ve 2 cm. uzunluktadır. Göden bağırsağının toplam boyu 12 - 15 cm. dir.

Normalde göden bağırsağı boştur. Dışkılar, sol kalın bağırsakta birikir. Sol kalın bağırsak dolunca güçlü bir sağınma dalgası, dışkı kütlesini göden bağırsağına geçirir. Dışkılama sırasında, göden bağırsağı kasılarak dışkı kütlesini makata doğru iter.

Karaciğer

Yaşamın devamı için gerekli birçok fizyolojik olayın merkezidir. İç organlarımızın en büyüğüdür. Kırmızı-kahverengidir. Oldukça sert kıvamlıdır, kolay yırtılabilir. 1,5 kg. ağırlığındadır. Ayrıca 800-900 gr. kan depolar. Üzerinde safra kesesi bulunur.

Başlıca görevleri:

Bir iç salgı bezidir: Salgıladığı maddeyi kana verir.

Bir dış salgı bezidir. Hücreleri tarafından salgıladığı safrayı (yağların sindirimine yarar), safrakesesinde toplar ve oradan sindirim borusuna döker.

Karaciğer, gerçek bir kimya fabrikası’dır. Bütün metabolizmaların kumanda merkezidir. Karbonhidratlar, glikoz aracılığı ile insan bedenini oluşturan hücrelerin başlıca enerji kaynağıdır. Örneğin beyin hücreleri, yalnızca glikozla beslenebilirler. Hücrelere yeterli miktarda glikozu götüren kandır.

Karaciğer; kan glikoz düzeyinin düzenlenmesinde önemli rol oynar. Kanın glikoz düzeyi sabit olmalıdır. Normalde 1 gr/lt. (%90-110 mg.)’dır. Kan şekeri düşerse kana glikoz verir. Oruç gibi hallerde dışarıdan olmadığı zaman karaciğer, şekeri; ya glikojen depolarından alacak ya da başka maddelerden şeker yapacaktır. Kan şekeri yükselirse bir bölümünü alır ve depo eder.

Diğer bir ifadeyle karaciğer, kandaki şekeri sabit tutar. Bu görevini ya bağırsaktan gelen şeker fazlasını glikojen halinde depo ederek ya da bu glikojeni glikoz haline getirip, gerektiğinde kana geri vererek yerine getirir. Sindirilmiş şekerlerin çoğunluğu ekmek, sebzeler, tatlılar ve diğer şekerlemelerdir.

Protein metabolizmasına bağlı olarak amonyak sorunu ortaya çıkar. Besinlerin sindirimi ve proteinlerin yıkımı, kanda amonyak belirmesine yolaçar. Bu madde, özellikle sinir hücreleri için bir çeşit zehirdir. Karaciğer, kanda dolaşan bu amonyağı yakalar, başka moleküllerle birleştirerek böbrekten atılan üre haline getirir.

Yağların sindirimine yarayan safra; tuzlardan oluşur. Safra, karaciğerin parçaladığı veya bileşik yaptığı maddeleri de kapsar. Böylece karaciğer, artık maddelerini safra ile sindirim sistemine vermiş olur.

Karaciğer, yağların ve proteinlerin metabolizmasında da önemli rol oynar. Protein sentezi yapılmadığında aminoasitler kullanılamaz ve kandaki, sidikteki miktarları artar. Kan hücreleri; karaciğerde tahrip edilir ve yenilenir.

Demiri tespit edip depo eder, yeni alyuvarlar yapımında kullanımını sağlar. K vitaminini etkisiyle, kanın pıhtılaşmasına yardımcı olur. D vitamini, cinsellik hormonları, kortizon gibi bileşiklerin metabolizmaları da karaciğer tarafından yönetilir. Karaciğer yaraları her zaman vahim, ekseri öldürücüdür. Daima ameliyat gerektirir.

İltihaplı hastalıklar: Bir mikroptan veya zehirlenmelerden ileri gelir. Bunların genel belirtisi sarılıktır.

Müzmin İltihaplı hastalıklar: Genellikle alkolden veya zehirlenmelerden ileri gelir. Bazen kendiliğinden ortaya çıkan sirozlardır.

Urlu hastalıklar: Doğrudan karaciğerde oluşan kanser.

Görev Yetmezliği: Karaciğerin bütün fonksiyonlarını veya bir kısım fonksiyonunu yerine getirememesidir.

Bazı yiyecekler, karaciğerin iyi çalışmasına yardım ederler:

Brokoli, lahana, karnabahar, kırmızı turp, sarmısakikuru taneliler, soğan, yumurta ve sülfürce zengin yiyecekler, bulgur, kuru taneliler, folik asitçe zengin koyu yeşil yapraklı sebzeler, B12 vitaminince zengin hayvan ürünleri, yağsız yiyecekler.

Böbrekler

Omurganın iki yanında fasulye biçimindedirler. Kırmızı renktedir. Böbrek, bir temizleyici süzgeç ve özellikle de seçici, düzenleyici bir organdır. Organizmanın dışarı atması veya saklaması gerekenleri seçer. Artıklar, zehirler ve fazla maddeler sidikle dışarı atılır.

Yararlı, gerekli ya da vazgeçilmez öğeler tutulup, yeniden organizma dolaşımına katılır. Böylece böbrek, günde yaklaşık 180 lt. su ve 600 gr. tuzu kandan ayırdıktan sonra yeniden geri emer.

Glikoz, normalde bütünüyle geri emilir. Sağlıklı kişide sidiğe glikoz geçmez. Sodyum klorür, kalsiyum ve fosfatlar %90 geri emilir.

Böbrek, diğer organlarla, özellikle akciğerle birlikte kanın asit-alkali dengesinin korunmasına katkıda bulunur. Kanın PH değeri 7,30 - 7,45 arasında oynar. 7,00′nin altında ve 7,80′in üzerinde yaşam olanaksızdır.

Protein sentezi yapılmadığında, aminoasitler kullanılamaz ve kandaki, sidikteki miktarları artar. (kan protein düzeyi normalde %7 - 8 mg. dır.)

Böbrek, kan basıncını düzenleyen başlıca sistemlerden biridir. Süzme işlemini, yumacık yerine getirir. Kan ortalama dakikada 4 lt. (günde 3760 lt.) kanı organizmaya dağıtır. Böbreğe, günde 1700 lt. den çok kan gelir (dakikada 1,2 lt.). Bunun %10′unundan çoğu yumacık tarafından süzülür. Yumacıkların en fazla temizleme yeteneği, günlük 180 lt. dir. Sonuçta 1 - 1,5 lt. sidik ortaya çıkar.

İşeme isteği, sidik torbasındaki sidiğin basıncıyla uyanır. Bu istek, genellikle 300 mlt. den sonra kendini gösterir. Erkek, bulbokavernöz kasının kasılmasıyla sidik çıkarmayı istemli olarak durdurabilir. Kadında bu kas bulunmadığından sidik çıkarma aniden kesilir.

Üre nedir? Üremi nedir? Üremi Tedavisi, üremi nedenleri.

Kandaki üre oranının normalin üzerinde olması halidir. Çeşitli sebeplerle ortaya çıkan böbrek yetmezliğinin son döneminde meydana gelip, şuur bulanıklığı ve koma içinde ölüme götüren hastalık hali.Üremi; sinir sistemi, mide-barsak ve kalp damar sistemleri yönünden çeşitli belirtiler veren, üre birikimi ve asidozla kendini gösteren bir çeşit zehirlenmedir. Böbrek, vücudun asit-baz dengesini bozmak istidadında olan asit veya baz iyonları, hücre dışı sıvının iyon dengesini bozan fazla suyu veya iyonları, protein metabolizmasının son ürünlerini atmakla vazifelidir. Böbrekler bu mühim vazifelerini başarabilmek için çok miktarda kan almak zorundadırlar. Böbreklerin süzme kabiliyetinin azalmasıyla kanda, azot metabolizmasının son ürünleri artmaktadır. İdrarla atılması gereken azot metabolizması son ürünlerinin başlıcaları üre, ürik asit ve kreatinindir. Vücutta, kan proteinleri dışındaki bütün azotlu maddelerin ihtiva ettikleri toplam azot miktarının normal değeri% 20-40 mg’dır. Azotemi içinde en önemli yeri işgal eden üredir. Çünkü kandaki oranı diğer azotlu maddelere nazaran çok daha fazladır. Ortalama normal miktarı % 30 mg kadardır. % 50 mg’ın üstü anormal olarak kabul edilir. Ağır üremi vak’alarında kan üresinin % 500 mg’a kadar yükselmesi mümkündür. Yurdumuzda genellikle azotemi hakkında fikir sahibi olmak için kan üresinin ölçülmesiyle yetinilmektedir. Azotemi derecesiyle üremi, arasında kaba da olsa bir paralellik bulunması ilk önce üre, ürik asit, kreatinin gibi birikime uğrayan azotlu maddelerin suçlandırılmasına yol açmıştır. Daha sonraları potasyum yüksekliği, kalsiyum düşüklüğü gibi elektrolit sapmalarının, asidozun ve barsak kokuşma ürünlerinin üremi komasında etkili oldukları düşünülmeğe başlandı. Yapılan bütün incelemeler üreminin bir üre zehirlenmesi olarak kabul edilmeyeceğini, vücutta biriken ürenin ancak çok yüksek seviyelere çıktığı zaman üremi belirtilerinden bazılarını meydana getirebileceğini göstermiştir. Üremide görülen tendon reflekslerindeki canlılık, kas çekilmeleri, sinir kas sisteminin aşırı uyarılma belirtileri, iyonize kalsiyumun azalmasıyle ilgilidir. Vücuttan su ve tuz kaybının da, üremi belirtilerini şiddetlendirdikleri anlaşılmıştır. Üremiyi, teşekkül hızına göre had ve müzmin; altta yatan sebebin yerine göre de prerenal (böbrek öncesi), renal (böbrekle ilgili) ve postrenal (böbrek sonrası) olarak sınıflandırmak mümkündür. Prerenal (Böbrek öncesi) üremi sebepleri şöyle sıralanabilir: Prer şoka yol açan bütün haller (ameliyat, travmalar, zehirlenmeler, sari hastalıklar, yanıklar, şiddetli ishal ve kusmalarla birlikte giden hastalıkların ve şeker hastalığının sebep olduğu susuzluk şoku, Addison krizi), ileri derecede kalp yetmezliği, Renal (Böbrekle ilgili) Üremi sebepleri; çeşitli had ve müzmin nefritler, polikistik böbrek, ilerlemiş böbrek veremi, böbrek tümörleri, böbrekte amiloid birikimi, iki taraflı böbrek enfarktüsü, had tübüler nekroz, damar içi hemoliz (kan erimesi), ezilme sendromu, Postrenal (böbrek sonrası) üremi sebepleriyse; her iki böbrek idrar yollarının taş, ur, kan pıhtısı veya dıştan baskı ile tıkanması, üreterlerin ameliyatlarda dikkatsizlik yüzünden kesilmesi, prostat büyümesi olarak sayılabilir. Üreminin belirtileri: Başlangıç genellikle sinsidir. İlk belirtiler halsizlik ve kas zayıflığıdır. Gündüz dalgınlık içinde bulunan hasta, geceleyin uyuyamaz. Bazı vak’alarda saldırganlık ve manasız bağırıp çağırmalar görülür. Şuur bulanıklığı, nihayet komaya döner. Başağrısı bazan ilk belirti olarak görülür. Kas çekilmeleri sık görülür. Hastalığın son döneminde durdurulamayan bir hıçkırık görülebilir. Ağızda kuruluk ve yanma sık rastlanan şikayetlerdir. Dil paslıdır. Nefeste amonyak kokusu duyulur. Ağızda iltihap bulunabilir. İştahsızlık bulantı-kusma başlangıç belirtileri olabilir. Başlangıçta hemen daima kabızlık bulunduğu halde, sonradan ishaller eklenebilir. Hastanın solunumu, ileri dönemde düzensiz bir hal alır ve denkleşir (Kusmaul solunum). Zatürre, sık rastlanan bir komplikasyondur. Üremide kalp yetmezliğine sık rastlanır ki, bunun sebebi yüksek tansiyondur. Kalp zarı iltihabı, son dönemde ortaya çıkar. Deri genellikle soluk, kuru ve sarımsı kirli renktedir. Kaşıntı mevcuttur. Üremide zayıflama söz konusudur, fakat ödem bunu gizleyebilir. Kansızlık sık görülür. Üremi teşhisi: Kan tahlilleriyle kesinlik kazanır. Üremiye yol açan hadise gelip geçici ve şifası mümkünse, üremi de geçicidir. Üremi, müzmin ve iyileşmesi mümkün olmayan hastalıklara bağlıysa şifa yoktur. Üreminin tedavisi, üremiye yol açan hastalığa yöneliktir. Tedavi, hastahanede yapılır. Hasta yatak istirahatine alınır. Su ve elektrolit dengesi çok iyi takip edilerek düzenlenir. Özellikle had vak’alarda sun’i böbrekten istifade edilir. Müzmin vak’alarda yani irreversibl (dönüşü olmayan) üremi vak’alarında bugün için en iyi (hatta tek) kesin tedavi şekli böbrek transplantasyonu (nakli) dur. Bu da iki türlü olabilir. Ya ölüden ölüm anında alınan böbrek nakledilir. Veya hastanın yakın akrabalarından kan ve doku grubu testleri yapılıp uygun olanın bağışladığı bir böbreği hastaya nakledilir. Özellikle bu iki tür nakillerde böbreği vücûdun reddetmemesi için uzun süre özel ilaç tedavileri yapılır.

İlaç nedir?

Vücudun işleyişini etkileyen ve hastalıkları iyileştirmek için kullanılan kimyasal maddelere ilaç denir. İlaçlar çok çeşitlidir ve vücudu değişik yollardan etkiler. Örneğin vitamin türünden ilaçlar vücudun iyi çalışması için gerekli kimyasal maddeleri sağlar. Bazı ilaçlar vücudun tümünü etkiler. Bazılarının etkisi ise vücudun yalnızca bir bölümünde görülür. Örneğin beyin ve omurilikten oluşan merkezi sinir sistemini etkileyen ilaçlar vardır. İnsanı gevşeten ve yatıştıran sakinleştiriciler, harekete geçiren uyarıcılar ve ağrı duymaktan kurtaran ağrı kesiciler bu tür ilaçlardır . Bazı ilaçlar vücudu doğrudan etkilemez. Vücuda giren hastalık yapıcı mikroplarla savaşırlar . İlaçlar çok sık ve aşırı dozlarda alınırsa zarar verir. Bazı ilaçlar çok sık alınırsa zamanla alışkanlık yapar. İnsan ilaca bağımlı hale gelebilir. Böyle bir insan ilacı almadığı zaman kendini hasta hisseder .

Hastane nedir?

Hastane insanların hasta olduklarında gittikleri yerdir. Bu hastalara doktorlar ve hemşireler bakarlar .Sağlıklı insanlar da muayene için hastaneye gidebilirler .Annelerin çoğu bebeklerini hastanede doğurur .Bazı hastalar tedavi için bir süre hastanede yatarlar . Hastaneler özel bakım ve tedavi sağlar . İnsan başka bir yerde bu olanaklardan yararlanamaz. Bir hastanede laboratuarlar , röntgen makineleri ve ameliyat odaları bulunur. Değişik hastalıkların tedavisinde uzmanlaşmış doktorlar görev yaparlar . Hastaneye yatan hastalar özel bir odada ya da birkaç yataklı odada kalabilirler . Hasta yatakları gerektiğinde yükseltilen ya da alçaltılan özel yataklardır . Doktorlar belli saatlerde odaları dolaşarak hastaların durumunu gözden geçirirler . Hemşireler gerekli ilaçları verirler . Bir hasta yatağında uzanırken kitap okuyabilir , televizyon izleyebilir ya da ziyaretçisiyle konuşabilir .

Hastalık nedir?

Hastalık vücutta ortaya çıkan bir bozukluktur . Grip ve nezle en yaygın hastalıklardandır . Hastalanan insanda genellikle o hastalığın belirtileri görülür. Ömeğin soğuk alan birisinin sık sık bumu akar. Bazı hastalıklara mikrop da denen bakteriler ya da virüsler yol açar . Bunlar yiyecek, su ya da havadan alınabilir. Bazı hastalıklar ise bir organın, ömeğin kalbin yorulması ya da işlemez hale gelmesiyle ortaya çıkar.

hastalıklar çeşitli yollardan iyileştirilebilir . Vücut antikor denen maddeler üreterek hastalıkla savaşır .Doktorlar antibiyotik gibi ilaçlarla hastalığı tedavi edebilirler.

Radyasyon nedir?

Teknolojideki çok hızlı gelişmeler sonucu üretilen çeşitli elektronik cihazların (TV, radyo, bilgisayar ve röntgen, tomografi vb. tıbbi cihazlar) yaygınlaşması ile meydana gelen radyasyonun elektromanyetik kirliliğe yol açtığı anlaşılmıştır.

Radyasyon, elektromanyetik dalgalar veya parçacıklar biçimindeki enerji emisyonu (yayımı) ya da aktarımıdır. Bilindiği gibi maddenin temel yapısını atomlar meydana getirir. Atom ise, proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdek ile bunun çevresinde dönmekte olan elektronlardan oluşmaktadır.

Herhangi bir maddenin atom çekirdeğindeki nötronların sayısı, proton sayısına göre oldukça fazla ise; bu tür maddeler kararsız bir yapı göstermekte ve çekirdeğindeki nötronlar alfa, beta, gama gibi çeşitli ışınlar yaymak suretiyle parçalanmaktadırlar. Çevresine bu şekilde ışın saçarak parçalanan maddelere “radyoaktif madde”, çevreye yayılan alfa, beta ve gama gibi ışınlara ise “radyasyon” adı verilmektedir..

Radyasyonun Zararları

X ışınları, ultraviyole ışınlar, görülebilen ışınlar, kızıl ötesi ışınlar, mikro dalgalar, radyo dalgaları ve manyetik alanlar, elektromanyetik spektrumun parçalarıdır. Elektromanyetik parçaları, frekans ve dalga boyları ile tanımlanır. Ultraviyole ve X ışınları çok yüksek frekanslarda olduğundan, elektromanyetik parçalar kimyasal bağları kırabilecek enerjiye sahiptir. Bu bağların kırılması iyonlaşma diye tanımlanır.

İyonlaşabilen elektromanyetik radyasyonları, hücrenin genetik materyali olan DNA’yı parçalayabilecek kadar enerji taşımaktadır. DNA’nın zarar görmesi ise hücreleri öldürmektedir. Bunun sonucunda doku zarar görür. DNA’da çok az bir zedelenme, kansere yol açabilecek kalıcı değişikliklere sebep olur.

Maden işletme yataklarında, doğal su kaynakları içerisinde ve toprakta; gerek insan faaliyetleri sonucu, gerekse doğal olarak bulunan radyoaktif maddeler besin zincirine (bitkilere) girerek, oradan da hayvan ve insanlara geçmek suretiyle ölümle sonuçlanan çeşitli hastalıklara sebep olmaktadır.

Radyoaktif kirleticiler özellikle insan, hayvan ve bitki sağlığına olumsuz etkiler yaparak çevreyi ve ekolojik dengeyi bozmaktadır. Ayrıca radyasyon, canlılarda genetik değişikliklere de yol açmaktadır. Radyasyonun etkisi; cins, yaş ve organa göre değişmektedir. Çocuklar ve büyüme çağındaki gençler ile özellikle göz en fazla etkilenen organ olup; görme zayıflığı, katarakt ve göz uyumunun yavaşlamasına sebep olmaktadır. Deri ise, radyasyona karşı daha dayanıklıdır.

Radyasyonun zararları genellikle zamanla ortaya çıkan bir etki olup, ani etki ancak atom bombalarının yol açtığı ölümler ve yüksek radyasyondaki yanmalar şeklinde kendini göstermektedir.

Geçmişte yapılan nükleer silah denemelerinden dolayı radyoaktif maddelerle yüklenmiş toz bulutları, atmosferin yüksek tabakalarına ve stratosfere yerleşerek, radyoaktif yağışlar halinde yavaş yavaş yeryüzüne inmekte ve çevrenin, özellikle yüzeysel suların kirlenmesine sebep olmaktadır. 1960′lı yıllarda en yüksek seviyeye çıkmış olan radyoaktif yağışlarda, nükleer silah denemelerinin havada yapılmasının yasaklanması sonucu, 1970′li yıllardan sonra azalma görülmüştür.

Çevre sorunları sınır tanımaksızın artmakta ve çeşitli kirleticiler kilometrelerce uzaklara taşınarak etki gösterebilmektedir. Örneğin; Çernobil kazası nedeni ile yayılan radyoaktif atıkların, toprak ürünlerinde yol açtığı kirlilik bilinmektedir. Çernobil reaktöründe oluşan kazada, doğrudan etki sonucu 30′dan fazla insan hayatını kaybetmiş, yüzlerce kişi yaralanmış, sakatlanmış ve hastalanmıştır. Binlerce insan ise belirtileri sonradan çıkacak olan genetik etkilerle, nesilden nesile geçebilecek kalıcı izler taşımaktadır. Çernobil’deki kaza sebebiyle atmosfere karışan radyoaktif maddelerin, atmosferik hareketlerle: uzaklara taşınmasıyla, düştükleri yerlerde radyasyona sebep olmuştur. Bu olaydan en çok ülkemizin Çernobil’e yakın olan Karadeniz Bölgesi’nin etkilendiği tespit edilmiştir.

Nabız nedir?

Atardamarlara, özellikle bilekteki atardamarlara parmakla basıldığında duyulan ve kalp vuruşunun oraya kadar yansımasından ileri gelen kımıltı. Her kalp vuruşundan sonra atardamarlardaki kanın kalp kuvveti etkisi altında basıncının değişmesi, vücudun sert bölümleri üzerinden geçen arterler üzerine batırılan parmakla duyulur. Hu durulma, arter içindeki kanın kalpten nabız denilen yere kadar gidip parmakla çarpmasından değil, kanın basınç altında kalmasıyla beraber arter duvarlarının kasılan kalp kuvvetinin etkisiyle titreşmesindendir.

Nabız, kalp vuruşuyla hemen eş zamanda değilse de bu ara, bir saniyenin 1/10 kadar olduğu için hemen eş zamanda imiş gibi sanılır. Nabız dalgasının hızının saniyede dokuz metre olduğu hesap edilmiştir. Nabız sayısı kalbin vuruşu kadardır. Kalbin vuruş sayısı üzerinde etki yapan etmenler, nabız sayısı üzerine de etki yapar. İntizamı, dolgunluğu, zayıflığı kalbin vuruş intizamı ve kuvvetiyle ilgilidir. O halde nabız sayısı da kalbin vuruş sayısı gibi yetişkinlerde 60 ? 70 arasındadır. Yeni doğanlarda 130, bir yaşında 120, çocuklarda 90 kadardır. Nabız sayısı harareti yükselten hastalıklarda, sinirlilikte, yemeklerden sonra, yorgunluklarda çoğalır, tifo hastalığında, uykuda, istirahatta yavaşlar.

Sindirim Sistemi nedir?

Ağız ve Dişler

Sindirim ağızda çiğnemeyle başlar. Çiğneme; besinleri küçük parçalara ayırarak yutulmalarını kolaylaştırır, ağızda sindirim için gerekli tükürük salgılanmasını sağlar, besinlerin temas yüzeylerini artırarak tükürük ve mide suyu enzimlerinin daha etkili olmalarını sağlar. Nişastalı besinlerin sindirimi ağızda olur.

Mide

Ters çevrilmiş L şeklindedir. Ortalama kapasitesi 1 - 1,5 lt.’dir. Boşken duvarları birbiri ile birleşmiş haldedir. Dolma sırasında mide iç basıncı artmaz. Zira çeperler gerilir.

Mide, besinlerin, zaman içinde en iyi biçimde dağıtılmasında ve bunların en iyi biçimde mekanik ve kimyasal hazırlanmasında önemli rol oynar. Mide suyu; 3 ayrı fazla salgılanarak oluşur.

Sinirsel Faz: Besin mideye inmeden, görme, koklama ve lokmanın ağıza konması ile başlar ve 1,5 saat sürer.

Gastrik Faz: Genellikle proteinli maddelerin mideye inmesiyle başlar.

İntestinal Faz: Genellikle yağlar onikiparmak bağırsağına geçince oradan yapılan uyarılarla başlar.

Mide bir depo rolü oynar. Besinler mideye düşer ve tabakalar halinde dizilirler. Bu duruş sırasında besinler mide salgısının etkisiyle kimyasal değişikliğe uğrarlar ve kimus denilen sıvı haline gelirler. İyi çiğnenmiş ve küçük parçalara ayrılmış besinler midede daha kolay sıvı hale gelirler ve mide her 20 saniyede bir ritmik olarak bu sıvının 2 - 3 mlt.’sini mide kapısından onikiparmak bağırsağına boşaltır.

Mide kapısı, midenin ortalama her 5 kasılmasında bir kez açılır. Midenin boşalma zamanı ortalama 3 - 4 saattir. Koyu bir kıvam, mide boşalımını yavaşlatır. Soğuk bir yemek, sıcak bir yemeğe oranla daha fazla boşaltılır. Mide kapısından, şekerler en hızlı, yağlar ise en yavaş boşaltılırlar.

Midede karbonhidratlar daha kolay sıvı hale gelir ve proteinlerden daha çabuk boşaltılırlar. Proteinler, midede belli bir kademeye kadar parçalanırlar. Yağlar ise midede en uzun süre kalan besinlerdir. Besinlerin emilimi bağırsaklarda olur. Midede, çok az miktarda alkol ve bazı ilaçlar emilir.

İnce Bağırsaklar

2 kısımda incelenir:

Onikiparmak Bağırsağı: Mideden başlar. Ortalama 25 - 30 cm. boyda, 3 - 4 cm. çapındadır.

Boşbağırsak - Kıvrım Bağırsak: Onikiparmak bağırsağından itibaren başlar. Ortalama 6,5 m. boyunda ve 4 cm. çapında, gittikçe daralan bir boru sistemidir. Mükozasında geniş kıvrımlar vardır.

İnce bağırsağın sindirim ve emilim gibi 2 önemli görevi vardır:

Sindirim: Bağırsak sindiriminde en büyük rolü ince bağırsaklar oynar. Bağırsak sindiriminin %90′ı burada; safra, pankreas salgısı ve kendi salgısının etkileri ile; kendi yaptığı itici ve pandül hareketlerle gerçekleşir ve mideden gelen kimusun sindirim işlemi tamamlanır.

Bu hareketler; bağırsak içeriğinin salgılarla temasını kolaylaştıran karıştırma hareketleri ve bağırsak içeriğinin, kalın bağırsağa doğru ilerlemesini sağlayan sağınma hareketleridir. Kimus’un onikiparmak bağırsağını geçişi hızlıdır, ortalama 15 dakikada gerçekleşir. İnce bağırsakta bu ilerlemenin süresi 4 - 5 saattir.

Besinlerin en şiddetli karıştırıldığı ve emilimin en iyi olduğu yer kıvrım bağırsaktır. Burada sağınma hareketleri çok sık değildir. Bu, besinlerin bu kısımda uzun süre beklemesini sağlar.

Emilim: Besinlerin emilimi, hemen hemen yalnız bağırsaklarda ve öncelikle ince bağırsağın yukarı bölümünde gerçekleşir. Emilim miktarı, emilen ögeye göre değişir. Ancak mide; tam bir emilim için gerekli başlangıç olan iyi bir sindirim sağlayamıyorsa emilim düzensizlikleri olabilir.

Besinlerin mukoza ile temasını, karıştırma hareketleri çoğaltır. Emilim hızı, boşbağırsaktan kıvrım bağırsağa doğru giderek azalır.

Karbonhidratların emilimi çok önemlidir. Bu emilim özellikle onikiparmak bağırsağı ve boşbağırsak düzeyinde yapılır. Proteinlerin emilimi boşbağırsakta gerçekleşir. Bu emilim ancak; proteinler aminoasitlerce parçalanmışlarsa yapılabilir.

Lipitlerin emilimi onikiparmak bağırsağının sonu ile boşbağırsağın başlangıcında gerçekleşir. Su ve elektrolitlerin emilimi birbirine karşıt iki olayın sonucudur. Bağırsak boşluğundan kana doğru akış ve kandan bağırsağa doğru akış. Bu emilim bütün bağırsak boyunca gerçekleşir. Dışkının su miktarını sağ kalın bağırsak düzenler.

Ortalama olarak günde 500 gr. karbonhidrat, 100 gr.yağ, 50 - 100 gr. amino asit, 50 - 100 gr. çeşitli iyonlar ve 8 - 10 lt. su emilir. Yağda eriyen vitaminler lipitler gibi emilirler ve lenfyoluna geçerler. Suda eriyen vitaminler ise hızlı şekilde emilirler. Günde ortalama 600 - 900 ml. izotonik kimus, ince bağırsaktan kalın bağırsağa geçer.

Kalın Bağırsak

Sindirim kanalının ince bağırsak ile göden bağırsağı arasındaki bölümüdür. Kalın bağırsak, oldukça hacimli, birçok parçaya bölünmüş bir borudur.

Ortalama 130 - 160 cm. uzunluğunda ve 6 - 8 cm. çapındadır. Görevi; ince bağırsaklarda emilenemeyen maddelerden ibaret kimusu konsantre edip dışarıya atmaktır. Bu konsantrasyonda su ve elektrolit emilimi önemli rol oynar.

Kalın bağırsak mükozası, ince bağırsak mükozasından farklıdır. Epitelin yüzeyi düzdür. Kalın bağırsak hareketleri ince bağırsağa göre daha zayıf ve yavaştır. Karıştırıcı ve boşaltıcı hareketler vardır. Boşaltıcı hareketler günde ancak birkaç defa meydana gelir.

Kalın bağırsakta enzim oluşmaz, enzimden yoksun bir müküs salgısı vardır. Bu, hiçbir sindirim enziminin etkili olmadığı selülozu parçalar.

Kalın bağırsak, daha çok suyun geri emiliminde rol oynar. Bu emilim oldukça önemlidir. Günde 500-1500 mlt. arasında değişir. Kalın bağırsakta ayrıca; inorganik tuzlar, bir miktar glikoz, kısa zincirli yağ asitleri emilir.

Dışkının su miktarını kalın bağırsak düzenler. Dışkı; safra pigmentleri, sindirilmemiş besin parçaları, kalın bağırsak müküsü, ölü bağırsak hücresi artıklarından oluşur. Kalın bağırsaktan günlük atılan feçes miktarı 200 - 400 gr. dır. Bunun %70′i su, %30′u katı maddedir. Alınan besin maddelerinin kolondan atılma süreleri genellikle 10 - 90 saattir. Baryum için ise 24 - 48 saattir.

Göden Bağırsağı

Bağırsak sisteminin son parçasıdır. İki kısımdan oluşur:

Üst bölüm: Leğen parçası

Alt bölüm: Makat kanalı.

Leğen parçası ortalama; 5 cm. çapında ve 10-12 cm. uzunluktadır. Makat kanalı bir silindir biçimindedir, kısa ve dardır. 2 cm. genişlikte ve 2 cm. uzunluktadır. Göden bağırsağının toplam boyu 12 - 15 cm. dir.

Normalde göden bağırsağı boştur. Dışkılar, sol kalın bağırsakta birikir. Sol kalın bağırsak dolunca güçlü bir sağınma dalgası, dışkı kütlesini göden bağırsağına geçirir. Dışkılama sırasında, göden bağırsağı kasılarak dışkı kütlesini makata doğru iter.

Karaciğer

Yaşamın devamı için gerekli birçok fizyolojik olayın merkezidir. İç organlarımızın en büyüğüdür. Kırmızı-kahverengidir. Oldukça sert kıvamlıdır, kolay yırtılabilir. 1,5 kg. ağırlığındadır. Ayrıca 800-900 gr. kan depolar. Üzerinde safra kesesi bulunur.

Başlıca görevleri:

Bir iç salgı bezidir: Salgıladığı maddeyi kana verir.

Bir dış salgı bezidir. Hücreleri tarafından salgıladığı safrayı (yağların sindirimine yarar), safrakesesinde toplar ve oradan sindirim borusuna döker.

Karaciğer, gerçek bir kimya fabrikası’dır. Bütün metabolizmaların kumanda merkezidir. Karbonhidratlar, glikoz aracılığı ile insan bedenini oluşturan hücrelerin başlıca enerji kaynağıdır. Örneğin beyin hücreleri, yalnızca glikozla beslenebilirler. Hücrelere yeterli miktarda glikozu götüren kandır.

Karaciğer; kan glikoz düzeyinin düzenlenmesinde önemli rol oynar. Kanın glikoz düzeyi sabit olmalıdır. Normalde 1 gr/lt. (%90-110 mg.)’dır. Kan şekeri düşerse kana glikoz verir. Oruç gibi hallerde dışarıdan olmadığı zaman karaciğer, şekeri; ya glikojen depolarından alacak ya da başka maddelerden şeker yapacaktır. Kan şekeri yükselirse bir bölümünü alır ve depo eder.

Diğer bir ifadeyle karaciğer, kandaki şekeri sabit tutar. Bu görevini ya bağırsaktan gelen şeker fazlasını glikojen halinde depo ederek ya da bu glikojeni glikoz haline getirip, gerektiğinde kana geri vererek yerine getirir. Sindirilmiş şekerlerin çoğunluğu ekmek, sebzeler, tatlılar ve diğer şekerlemelerdir.

Protein metabolizmasına bağlı olarak amonyak sorunu ortaya çıkar. Besinlerin sindirimi ve proteinlerin yıkımı, kanda amonyak belirmesine yolaçar. Bu madde, özellikle sinir hücreleri için bir çeşit zehirdir. Karaciğer, kanda dolaşan bu amonyağı yakalar, başka moleküllerle birleştirerek böbrekten atılan üre haline getirir.

Yağların sindirimine yarayan safra; tuzlardan oluşur. Safra, karaciğerin parçaladığı veya bileşik yaptığı maddeleri de kapsar. Böylece karaciğer, artık maddelerini safra ile sindirim sistemine vermiş olur.

Karaciğer, yağların ve proteinlerin metabolizmasında da önemli rol oynar. Protein sentezi yapılmadığında aminoasitler kullanılamaz ve kandaki, sidikteki miktarları artar. Kan hücreleri; karaciğerde tahrip edilir ve yenilenir.

Demiri tespit edip depo eder, yeni alyuvarlar yapımında kullanımını sağlar. K vitaminini etkisiyle, kanın pıhtılaşmasına yardımcı olur. D vitamini, cinsellik hormonları, kortizon gibi bileşiklerin metabolizmaları da karaciğer tarafından yönetilir. Karaciğer yaraları her zaman vahim, ekseri öldürücüdür. Daima ameliyat gerektirir.

İltihaplı hastalıklar: Bir mikroptan veya zehirlenmelerden ileri gelir. Bunların genel belirtisi sarılıktır.

Müzmin İltihaplı hastalıklar: Genellikle alkolden veya zehirlenmelerden ileri gelir. Bazen kendiliğinden ortaya çıkan sirozlardır.

Urlu hastalıklar: Doğrudan karaciğerde oluşan kanser.

Görev Yetmezliği: Karaciğerin bütün fonksiyonlarını veya bir kısım fonksiyonunu yerine getirememesidir.

Bazı yiyecekler, karaciğerin iyi çalışmasına yardım ederler:

Brokoli, lahana, karnabahar, kırmızı turp, sarmısakikuru taneliler, soğan, yumurta ve sülfürce zengin yiyecekler, bulgur, kuru taneliler, folik asitçe zengin koyu yeşil yapraklı sebzeler, B12 vitaminince zengin hayvan ürünleri, yağsız yiyecekler.

Böbrekler

Omurganın iki yanında fasulye biçimindedirler. Kırmızı renktedir. Böbrek, bir temizleyici süzgeç ve özellikle de seçici, düzenleyici bir organdır. Organizmanın dışarı atması veya saklaması gerekenleri seçer. Artıklar, zehirler ve fazla maddeler sidikle dışarı atılır.

Yararlı, gerekli ya da vazgeçilmez öğeler tutulup, yeniden organizma dolaşımına katılır. Böylece böbrek, günde yaklaşık 180 lt. su ve 600 gr. tuzu kandan ayırdıktan sonra yeniden geri emer.

Glikoz, normalde bütünüyle geri emilir. Sağlıklı kişide sidiğe glikoz geçmez. Sodyum klorür, kalsiyum ve fosfatlar %90 geri emilir.

Böbrek, diğer organlarla, özellikle akciğerle birlikte kanın asit-alkali dengesinin korunmasına katkıda bulunur. Kanın PH değeri 7,30 - 7,45 arasında oynar. 7,00′nin altında ve 7,80′in üzerinde yaşam olanaksızdır.

Protein sentezi yapılmadığında, aminoasitler kullanılamaz ve kandaki, sidikteki miktarları artar. (kan protein düzeyi normalde %7 - 8 mg. dır.)

Böbrek, kan basıncını düzenleyen başlıca sistemlerden biridir. Süzme işlemini, yumacık yerine getirir. Kan ortalama dakikada 4 lt. (günde 3760 lt.) kanı organizmaya dağıtır. Böbreğe, günde 1700 lt. den çok kan gelir (dakikada 1,2 lt.). Bunun %10′unundan çoğu yumacık tarafından süzülür. Yumacıkların en fazla temizleme yeteneği, günlük 180 lt. dir. Sonuçta 1 - 1,5 lt. sidik ortaya çıkar.

İşeme isteği, sidik torbasındaki sidiğin basıncıyla uyanır. Bu istek, genellikle 300 mlt. den sonra kendini gösterir. Erkek, bulbokavernöz kasının kasılmasıyla sidik çıkarmayı istemli olarak durdurabilir. Kadında bu kas bulunmadığından sidik çıkarma aniden kesilir.

Alyuvarlar nedir?

Kanın onda dokuzundan fazlası alyuvarları kapsar .Bunlar öylesine küçüktür ki,büyükçe bir damla kanda 250 milyon dan fazla alyuvar vardır. Alyuvarlar disk biçiminde olup, kenarları dışa doğru kabarıktır. Alyuvarlarda “emoglobin” diye tanımlanan bir öz (cevher) bulunur. Emoglobin, demir bileşiği bir maddedir. Ciğerlerden gelen oksijenle çok iyi birleşir. Alyuvarların görevi oksijeni vücudun bütün kısımlarına taşımak,orada bulunan hücrelere ulaşarak onlara oksijen sağlamaktır.

Emoglobin oksijenle birleşince iyice kırmızılaşır. Bir kesikten akan kanın daima kırmızı olması, havanın oksijeniyle birleşen emoglobin nedeniyledir.Alyuvarlar sadece elli ile yetmiş gün arasında yaşarlar.Devamlı olarak yenilenmeleri,yani yerlerini yenilerinin alması gereklidir. Bir kemiğin iç yapısındaki kırmızımsı dokunun,kırmızı kan hücreleri dolayısıyla olduğunu öğrenmiştik. Bazı kemiklerin iliğinde de kırmızı hücreler oluşur.

Alyuvar eksikliği çeken bir kimsede “anemi” olduğu söylenir. Genellikle halsiz ve incedir. Çünkü vücut hücreleri, yeterince oksijen alamaz. Anemi hastalıkları, hasta kişinin besin maddelerinde “demiri bol” şeylerin arttırılmasıyla tedavi edilirler.

Görüldüğü gibi,alyuvarlar vücut sağlığı bakımından son derece önemli bir unsur niteliğindedirler.

Ağrı nedir?

Ağrı olayı, ince sinir sistemimizle, beyin, kas sistemimiz ve dolaşım sistemimizle doğrudan ilgilidir. Ancak bu iletişimin sırları tam olarak çözülebilmiş değildir. Ağrı, doktorun hastalığı teşhis etmesine yardım eder, öyleyse faydalıdır. O zaman kadınlar niçin ağrılar içinde doğum yapar? Niçin çok ciddi bazı hastalıklarda ağrı hiç ortaya çıkmaz?

Ağrılar dört sınıfa ayrılır. İlk ikisi toplumca bilinen klasik ağrılardır. İlki, Parmağımıza inen bir çekiç darbesi sonucu duyulan ağrı. İkincisi vücudumuzun içinden kaynaklanan, romatizma, migren vb. ağrılar. Üçüncü sınıf ağrılar, tuhaf ve mantıkdışı görülen ve olaydan çok uzun bir süre sonra ortaya çıkabilen ağrılardır. Örneğin, bir kolun kesilmesinden yirmi yıl sonra olmayan kolda ağrı hissedilmesi olayları ile karşılaşılmıştır. Dördüncü sınıf ağrılar ise, doğrudan kişinin ruhsal hali ile ilgili olan hayali ağrılardır. Nedeni hayali de olsa ağrı gerçektir. Bu tip ağrıların yüzde 30'unun ilaç niyetine verilen etkisiz maddelerle giderildiği bilinmektedir.

Baş ağrısını ise diğerlerinden ayrı bir yere koymak gerekir. Yapılan araştırmalara göre, baş ağrılarının yüzde 90'ı kas ağrılarıdır. Ağır bir el çantası ya da omuz çantası taşımak, telefonu çenenin altına sıkıştırarak konuşmak, başın öne eğik olduğu konumda sürekli daktilo yazmak ve okumak gibi hareketlerin boyun ve baş kaslarım etkilemesi, baş ağrılarının en yaygın nedenlerini oluşturmaktadır.

Tarih boyunca ağrıyı gidermek için, sıcak su, kızgın demirle dağlama gibi başka bir ağrı uygulama da dahil olmak üzere çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Bunların ortaya koyduğu en önemli yarar, ağrının, oluşum ve engelleme mekanizmasının omurilikte değil, beyinde bulunduğunun saptanması olmuştur.

En kuvvetli bir ağrının bile gerilim durumunda veya tam tersi olan uyku halinde ortadan kalkması, ağrının denetiminde beynin ne kadar büyük bir rolü olduğunu gösterir. Örneğin kimi kazalardan sonra kendileri ile konuşulan yaralı kazazedelerin hiç acı duymadıklarını söyledikleri çok görülür.

Ağrı üzerinde en etkili iki ilaç, haşhaştan elde edilen morfin ile söğüt kabuğundan elde edilen aspirindir. Bu maddeler ağrılı duyuyu uyarmak yerine, ağrının hissedilmesini engeller. Ağrı özellikle insanları ilgilendirir. Bize ağrı çektiren olayların çoğu hayvanlarda görülmez.

Neden hıçkırırız?

Akciğerlerimiz kaburgalarımızın içinde birer torba gibi dururlar. Nefes aldığımızda bu torbalar içerlerine alabildikleri kadar hava alarak şişerler. Göğsümüzü karnımızdan ayıran ve akciğerlerimizin altına bitişik büyük bir kas olan diyafram, büzüşerek ciğerlerimizin genişlemesini sağlar, nefes almamıza yardımcı olur.

Süratli yemek yenildiğinde, yutkunma neticesinde yemek ile birlikte bir miktar da hava alınır. Hıçkırık, yiyeceğin yüzeyine yapışarak sindirim sistemine giren bu havayı atmak için sistemin gösterdiği bir tepkidir. Diyafram süratle büzüşerek, çok ani ve hızlı nefes almamızı sağlar. Bu arada boğazımızın üst tarafında, ses tellerimizin bulunduğu kısımda bir kapanma olur ve buradan geçen hava bir an bloke edilir. Bu da 'hıck' şeklinde bir sesin çıkmasına neden olur.

Midedeki bir olayla diyaframın ilişkisi, bu iki organdaki sinirlerin birbirine çok yakın hatta iç içe geçmiş olmalarındandır. Bu nedenle en çok yemekten sonra hıckırırız. Sindirim işlemi bittikten sonra hıçkırık olmaz. Hıçkırığı önlemek için çok çeşitli öneriler vardır. Baş aşağı durmak, yavaş yavaş su içmek, kollan yukarıda tutmak, nefesi tutmak, ileride bir noktaya bakarak derin nefes almak, buzlu su içmek, nefesi tutarak üç kere yutkunmak, nane yutmak, parmağı kulağa bastırarak su içmek ve korkutmak gibi.

Bunlardan korkutarak insanı şok etmek, dolayısıyla sinir sistemini etkilemek, derin nefes alarak diyaframın mideyi itmesini sağlamak ve de kandaki düşük karbondioksit seviyesinin hıçkırığın oluşumunu hızlandırdığı bilindiğinden nefesi tutmak en mantıklı önlemlerdir.

Aslında ise bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktur. Hıçkırıklar yaklaşık 5 saniyede bir olur ve genellikle bir dakikadan fazla sürmezler. Siz önlemlerle uğraşırken, o zaten kendi kendine kesilir. Hıçkırığı kesmek için kabul edilen genel görüş hiçbir önlemin hıçkırığı kesmediğidir. Ancak aylarca süren istisnai durumlarda, muhakkak tıbbi müdahale gerekir, hatta bu durumlarda sinirler üzerinde operasyon yapılması bile gündeme gelebilir.

Çok miktarda biber yemek gibi kimyasal yanmaların, enfeksiyonların ve ülser gibi hastalıkların da hıçkırığı meydana getirebilecekleri ileri sürülüyor. Hıçkırık süresince bir şey yememekte ve içmemekte fayda vardır, çünkü bu sırada tekrar fazla hava alınabilir.

Hıçkırığı önlemek için en iyisi yemeği yavaş yiyin, çok miktarda yemeyin, yemek yerken karbonatlı içki içmeyin, yemeğe konsantre olun, çok konuşmayın ve gülmeyin. Yemeğe saygınız ne kadar artarsa, hıçkırık o kadar azalır.

Saçlarımız neden beyazlamıyor?

Aslında bir saç teli, ortası boş olan ve içinde melanin denilen boya pigmentleri bulunan bir tüpten başka bir şey değildir. Genç yaşlarda bu boşlukta saça renk veren melanini bir arada tutan bir sıvı vardır. Yaşlandıkça derimiz saçlarımızı ve vücudumuzdaki diğer kılları eskisi gibi sağlıklı olarak üretemez. Kılların ortasındaki sıvı kaybolur, boya hücreleri de tutunamadığından sadece hava kalır. Saçlar boyasız hale gelir, beyaz renge yani asıl rengine dönüşür.

Bütün saçlarımızın beyaza dönüşme süreci 10 ila 20 yıl sürebilir. Aslında her bir saç telinin rengi ya siyahtır (sarı, kırmızı, kumral vs.) ya da beyaz. Yani her bir saç teli yavaş yavaş grile-şip beyazlanmaz. Ancak bu süreç içinde hepsi aynı anda beyazlanmadığından, beyazların sayısı arttıkça bütün saç gittikçe açılan gri renkte görülür. İşin ilginç tarafı boya hücreleri bazen üretime hız verirler. Gittikçe beyazlaşan saçlar geçici bir süre tekrar biraz koyulaşmış gibi görünebilirler.

İnsanlar arasında bir şok veya aşırı gerilim geçiren birinin saçlarının bir gecede beyazlaştığı, bir süre sonra da tekrar eski rengine döndüğü söylenir. Hatta bazı tarihçiler Kraliçe Marie Antoinette'nin giyotine gideceği günün gecesinde saçlarının hepsinin bembeyaz olduğunu yazarlar.

Saçların devamlı olarak uzadığı, belirli bir süre sonra dökülüp alttan yeni saç geldiği hatırlanacak olursa, mevcut saçın değil, ancak yeni gelecek saçın beyaz olabileceği, dolayısıyla saçların bir gecede beyazlaşmasının mümkün olmadığı görülüyor. Ancak bilim insanları bu olayın birkaç haftalık bir süreçte olabileceğini söylüyorlar.

Tiroid bezi, şeker gibi hastalıklarda ve aşırı stres veya şok gibi durumlarda kişinin renkli saçları bu süreçte tamamen döküle-bilir ve geriye sadece daha önceden beyazlaşmış saçlar kalabilir. Diğer saçlarla birlikte beyazların yerine de daha gür ve siyah saçlar çıkabilir.

Saçların beyazlaşması insanlık tarihinde nedense hep sorun olmuştur. Kimileri onu olgunluğun ve bilgeliğin simgesi olarak görürken, tarih boyu savaş kahramanları, yaşlılığın ve güçsüzlüğün belirtisi olarak görmüşler ve bir şekilde saçlarını boyamışlardır.

Bu arada bir şeyi daha belirtelim; saçlarımızın kıvırcık, dalgalı veya düz olmasını da ebeveynlerimizden aldığımız genler belirliyor. Kıvırcık bir saçı kestiğimizde kesitinin dikdörtgene yakın olduğunu, dalgalı saçın elips, düz saçın kesitinin ise daire olduğunu görebilirsiniz. İşte bu saç kesitlerinden dolayı bazı saçlar dümdüz uzarken bazıları hemen kıvrılmaya başlar. Kıvırcık saçlılar, saçlarınızı boşuna ütülemeyin, saçın yapısını yani kesitinin şeklini değiştirmeden kalıcı bir düz saça sahip olmanız mümkün değil.

   Kaynak:www.nedirvekimdir.com

 
 
  ToPLaM 52773 ziyaretçi (102670 klik) kişi burdaydı! Product By Ahmet Eser copyright © 2013  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol